Mustafa Çölkesen
Yakın çevrem bilir, her türden medya ile göbeğimi
1990’lardan beri kesmiş durumdayım, bunda öğrenci yıllarında sempatizanı
olduğum “Toplumsal Kurtuluş” dergisinin meşhur bir yazarının büyük payı var,
TV’den ve popüler kültür araçlarından uzak kalmakla bazı kayıplarımın olduğu
doğrudur, ancak bu korkunç bilgi kirliliği ortamının uzağında durmanın büyük
avantajları olduğuna da inanıyorum…
Farketmeksizin 30’lu yaşlardan 40’lara merdiven
dayarken, Türkiye’de yakın dönem muhalefet güçlerinin tarihini içeren bir film
yapılmayacak mı diye düşünüyordum inceden… Bir aralar ortalama Türk insanını
ağlatan “Hatırla Sevgili” diye bir dizi duymuştum ama, öylece kaldı, yakınlarda
dostlarımdan biri “neredeyse bizim dönemi” anlatan bir diziden bahsetmişti,
“yine ıskaladım galiba” diye düşünmüştüm… Sonra merak edip başlangıç
bölümlerini izlemeye başladım “Bu Kalp Seni Unutur mu?” nun…
“Bu kalp seni unutur mu” nun başlangıç bölümleri sanki
bizim eski mahalleyi anlatıyor: 1980’de radyodan darbe açıklaması yapıldığında
rahmetli babamın kendini tutamayarak ağladığını unutamıyorum, biz ise 1980’lerin ortalarında gençleri
siyasetten uzak tutmak adına aceleyle dikilen basketbol potalarının ortasında geçiriyorduk
günlerimizi, sonra kalacak yeri olmayan ve cunta tarafından aranan bir ağabeyi
ağırlamaya başladık, gündüz onunla top oynadıktan sonra akşamları delikanlı
sohbetlerine başlamıştık: futbol, aşk, dinsel öğretiler, yani hayata dair
herşey ve sonunda kitaplar, yaşam, felsefi sorular, yani kültür… Bu ağabey o
güne değin tanıdığımız ağabeylerden bir hayli farklıydı, kaba değil, bencil
değil, bize mesafeli değildi, dahası o koşullarda bile hayatını kazanmaya
çalışıyor, kazanıyor ve lider kişiliği ile bizleri hayrete düşürüyordu, ama
kısa süre sonra siyasi şubenin sıklaştırdığı operasyonlarından sonra artık
“ağbinin gitme vakti gelmişti…” Son görüşmemiz daha sonra nispeten büyük
öğrenci eylemlerine sahne olacak olan Beyazıt-Çınaraltı’nda oldu, sonra 15 yıl
kadar kendisinden haber alamayacaktık…
Birkaç sene sonra mahalle dağıldı, bir çoğumuz farklı
şehirlerde üniversiteye başladık, büyük kentlerdeki ağbilerde sanırım “bizim
ağbi” ile aynı kaderi paylaşmıştı, ya yakalanana kadar kaçıyor ya da yurtdışına
kaçabilmenin çarelerini arıyorlardı, o halde sahipsizdik…
Kısa bir süre sonra bizim sınıfa 2.’likle girmiş olan
İrfan Yenilmez’le tanıştım, Artvin Şavşatlı bir öğretmen çocuğuydu, ilk bakışta
soğuk bir izlenim yaratıyordu İrfan, ama boynundan çıkarmadığı kırmızı
kaşkolundan ilk sinyali almıştım, sohbete bir yerden başladık, sonra çevremiz
genişlemeye başladı, o günlerde Uludağ Üniversitesi için büyük sayılabilecek
bazı anma eylemleri ve açlık grevlerinde birlikte yer aldık İrfan’la, Öğrenci
Derneği’ndeki çevreler zaman içinde dergilere bölünmeye başlayınca İrfan araya
mesafe koydu bizimle, politikanın gerekleri kankardeşliğe üstün geldi ve
koptuk…
Daha sonra her kesimden öğrencinin cirit attığı
Setbaşı’ndaki evde tanıştık Burhan’la, güleç yüzlü, sanatçı ruhlu, ama ağır
adamdı Burhan, bu ev bizim yeni mahallemiz olmuştu, sabahlara kadar gözümüz
kapıda polisleri beklerken anti-emperyalizm, SD-MDD tartışmaları dönüyordu, bu
arada “sıska sosyalistler” olarak okuduğumuz dergilerin dışında ağbilerden hiç
haber alamıyorduk…
Doğu Bloku’ndaki çözülüşü, ve ayrıca Çavuşevsku’nun
öldürülüşünü öğrenci kantininde seyrettik, yanımda ne İrfan ne de Burhan vardı,
sonra belki üzerinde konuşmuşuzdur, kantinde büyük sessizlik vardı, sonra uzun
bir süre bende sessizleştim, 1991’de okulu bitirerek İstanbul’a döndüm, bir
süre kimseden haber alamadım, 1995’de İrfan’ın bir çatışmada öldürüldüğünü ve
1997’de ise Burhan’ın o sıralar bir derginin Bursa temsilciliğini yaparken
Ankara’ya götürüldüğünü ve ardından cenazesinin ailesine teslim edildiğini
öğrendim… “Bunları asmayıpta besleyecekmiyiz” sözleri yine uygulamaya
geçirilmişti…
12 Eylül’ün kabusu, faşizmi, militarizmi popüler kültüre
sahne oluyor, bu en azından benim için sevindirici… Dizi gelecekte büyük
olasılıkla bir “aşk” öyküsüne evrilecek, bu beni ırgalamıyor, bir tarihimiz
vardı, bunlar yaşandı ve herkesin bunda sorumluğu olduğu önemli…
Dünya burjuvazisinin içinde zavallı, yavan ve dejenere
hayatlar sürdükleri o uğursuz Babil Kulesi Plazaları, modern hapishaneden
AVM’leri bizleri ortadan kaldırmadan
dikemezlerdi…
Ama o günlerden bu yana dünyanın çehresi kökten değişmiş
durumda, 12 Eylül’ün zorbaları bizi bu topraktan kazıyıp, ya da sürgün ettikten
sonra bu topraklar ve dünya bir hayli kuraklaştı: Bir inancı olmayan, inancı
olmadığının farkında bile olmayan, meta ekonomisine olan mahkumiyetini
özgürlüğü olarak görecek kadar acizleşmiş, hiçbirşeye itirazı olamayacak kadar
yalnızlaşmış bir insan profili var karşımızda…
Onların teknoloji fetişizmiyle damgalanmış, dezinformasyon çağının çocukları ise cabası…
Onların teknoloji fetişizmiyle damgalanmış, dezinformasyon çağının çocukları ise cabası…
O günlerdeki mücadelemiz karşısında uğursuz sessizliklerini bozmayan, zaman zaman da çaktırmadan ülkücülerle işbirliği yaparak bizi ispiyonlayan eski islamcı çevreler bugün darbe karşıtı kesildiler her nasılsa?
O dizilerle bir cenaze kaldırılıyor sanırım. Cenaze kaldırılıyorsa imamlara da ihtiyaç var değil mi?
Evet, biz öldük ama bizimle beraber bizden korumak istedikleri her şey de öldü.
Ölülerin ölülere gömdürülmesi ne hazin!
14.12.2009
0 yorum :: “Bu Kalp Seni Unutur mu?” Vesilesiyle
Yorum Gönder