Orhan Gökdemir
ÖNSÖZ
Bugün anladığımız anlamıyla İktisat ve felsefe,
burjuvaziyle birlikte doğdu. Bu yeni sınıf, doğa ile insan arasındaki ilişkide
yepyeni bir pozisyon almıştı. Burjuva, insan-doğa ilişkisini aracısız
kuruyordu, çünkü tanrıya ihtiyacı yoktu ve kuşkusuz bu devrimci bir durumdu.
İktisat ve felsefe işte yeni sınıfın bu yeni pozisyonun ifadesidir. İkisi de insan doğa ilişkisini tanrının
aracılığı olmadan açıklar. Çıkış noktası “insandır” ve “insan” kökeni
itibariyle de burjuvanın ta kendisidir.
Onun için Marksizm canlı, yaşayan, somut insandan
yola çıkmayı önerdi. Somut insan, genel, belirsiz insan kimliği altında
toplanamaz bir şeydi çünkü. Onun doğa karşısındaki konumu birbirinden farklıydı.
Genel olarak burjuvalar ve proleterler olarak tanımlanmışlardı ve bir proleter,
gerçekte, hiçbir şekilde felsefenin ve iktisadının insanı ile örtüşmüyordu. Bu
durumda insanın özgürlüğünden değil, ancak ve ancak doğa karşısında bağımlılığı
arttırılmış insanın özgürlük ihtiyacından söz edebiliriz ki, bu gerçek,
felsefenin gerçeği değildir.
Evet, iktisatta da bir “insan” söz konusudur ama bu
da mülkiyet aracılığıyla oluşturulmuş bir kurgudan ibarettir. Önce üretim alanı
ile dolaşım alanı birbirinden ayrılır. İşçinin üretim alanındaki bağımlılığı,
bir alıcı veya satıcı kılığında dolaştığı piyasada silikleşip kaybolur. O
artık, bir para sahibi olarak sonsuz sayıdaki dolaşım odaklarından birine
dönüştürülmüştür. İşçi, ne alıp satacağına kendi karar veren, “özgürleşmiş” ve
görünüşe göre burjuva ile eşitlenmiş bir “birey”dir artık.
Marksizm işte bu zihniyetin en sert ve acımasız
eleştirisi olarak doğdu. Sonra bir kaza oldu, Marksist iktisat ve Marksist
felsefe doğdu.
Gramsci kesinlikle haklıdır; eğer Kapital’de bir
iktisat teorisi varsa ve burada iktisat disiplinine bir katkı bulunabiliyorsa,
onun burjuvazinin kitabı olması kaçınılmazdır. Marksizm’in temel metinlerinde
açık bir biçimde yapılan felsefe ve iktisat reddiyesi, çok kısa bir süre içinde
hızla restorasyona uğradı ve her ikisi de hiçbir şey olmamışçasına yollarına
devam etmeyi denedi. Oysa bu bilim, sınıfsal tavrını daha yolun başında
göstermiş ve iktisat denilen şeyin ikiyüzlü bir kara çalma, mevcut üretim
düzenini mazur gösterme aracı olduğu anlaşılmıştı. Onun üstünde durduğu
“toprak, emek, sermaye” - “rant, ücret, kâr, faiz” formülleriyle Marx’ın alay
etmesi boşuna değildir; ciddiye alınacak bir yanı yoktur.
Şimdi “ekonometri” adı altında, matematik
formüllere sığınarak daha soyut bir hal alması ve nesnesinden büsbütün
uzaklaşması da gösteriyor ki bu bilimin işlevi açıklamak değil gizlemek, anlama
imkânlarını büsbütün ortadan kaldırmaktır.
Emek, toprak, sermaye... Hakkını teslim edelim; bu
evreni ve tarihini iktisadın bu kurgusundan daha iyi ne anlatabilir? Toprak ve
sermaye mülk edinilerek emek, daha doğrusu ücretli emek doğa karşısında
çırılçıplak bırakılmıştır. Doğa, insanın
onu dönüştürmek için kullandığı üretim araçlarıyla birlikte mülk edinilerek,
insanın doğayla ilişkisi özel mülkiyetin aracılığına tabi kılınmıştır.
Doğa, proletaryanın kullanımına kapatılmıştır. Bu yüzden o, toprak ve
sermayeyle bir “anlaşma” yapmaya zorunludur. Böylece o, hem özgür emekçi olarak
var edilir hem de bu özgürlüğü onun kendisini yalnızca ücretli emekçi olarak
üretmesini olanaklı kılar. O doğayla
ancak özel mülkiyet aracılığıyla ilişkiye geçebilir ve artık ilişkiye geçtiği
şey doğa değil, özel mülkiyettir.
Üretim araçları ve doğa, insanın onu dönüştürme
sürecine birer üretici ve dolayısıyla pay sahibi olarak girer ve üretilen
şeyden kendi payını ister. Rant ve kâr, insanın doğayla girdiği bu özel
ilişkinin, mülkiyetin ürünüdür. Bu özel ilişki aracılığıyla sermayedar ve
toprak sahibi kendilerini egemen sınıf olarak var edebilir.
Özel mülkiyet dolayısıyla ortaya çıkan bu konumlanış,
üretimde ikili yapı yaratır. Mülk edinilmiş doğa ve üretim araçları,
mülkiyetsiz özgür emekçiyle buluşabilmek için bir dolaşım alanına muhtaçtır...
Özel mülkiyet varsayımı altında bu üç üretim faktörünün ilişkisi, “özgür ve
eşit” bir biçimde ancak dolaşım alanında kurulur.
“Emek-değer teorisi” de dâhil, klasik iktisadın
sonraki evrimi göz önünde bulundurulursa bütün iktisadın geveleyip durduğu şey
budur. Emek-değer teorisinin de buraya dâhil edilmesi, ona bütün iktisadi
formüller arasında özel bir önem verilmesi nedeniyledir. Oysa bu formül bir kez kabul edildikten sonra, değerin emekten mi,
topraktan mı, sermayeden mi doğduğunun ne bir önemi vardır, ne de buradaki
sorunu ve soruyu değiştirecek gücü. Burada asıl tartışılması gereken bu
formülün varsayımıdır. Varsayılan mülkiyettir ve emeğin diğerlerinden ayrı
bir şey olarak düşünülmesi de bu varsayımdan dolayı mümkün olabilmektedir.
Emek-değer teorisinin, Kapital’deki önemli buluşlardan –en önemlisi?– biri
olduğu iddiası, işte iktisadın bu bakışından doğmaktadır.
Kapital’de bir ekonomi teorisi var mı? İsteyenin
bunu bulmakta zorlanmayacağını biliyoruz. “Marksist iktisat” bu kolaycılıktan
çıkmıştır ve pratik bir yararlılık gösterememiş olmasına rağmen, saflarımızdaki
güçlü yerini hâlâ korumaktadır.
***
"Felsefi
Aklın Eleştirisi" (1), iktisat
eleştirisinin ortaya çıkardığı bu temelden hareketle oluşturuldu. "Aydınlanma Tarikatı" (2) ve "Helenizm, Siyonizm, Türkçülük" (3) bir anlamda bu ilk çalışmanın ürünü oldular.
Bu çalışma yayımlandığında, gelen eleştiriler
arasında benim için en önemli olanı “felsefeyi eleştirdiğim ama buna karşın
felsefenin içinde kalmaya devam ettiğim” yönünde olanıydı. Felsefi Aklın
Eleştirisi, gerçekten de bir yanıyla felsefi bir çalışmaydı. Bir yandan
“tarih”i yardıma çağırıyor ama öte yandan “tarih”, bu çalışma içinde hâlâ
felsefi ideolojinin bir türevi olarak durmaya devam ediyordu. Ama “felsefenin
de bir tarihi olduğu” yönündeki saptaması önemliydi ve ona bu tarihi göstermek
üzere giriştiğim çalışmalardan iki yeni kitap doğdu.
Öte yandan,
bu çalışmalar felsefenin ve giderek felsefi aklın çok “Batılı” bir şey olduğunu
ortaya çıkarmıştı. Döne dolaşa
“Eski Yunan” bataklığında takılı kalan bu fikir yürütmelerde olağan olmayan bir
yan vardı. Bernal’in Kara Atena’sı
bu noktada tam bir yol gösterici oldu. “Eski Yunanistan”ın büyük ölçüde 19.
yüzyıl başlarında imal edildiği tezi, felsefeye değin önemli bir kapıyı da
aralıyordu. Bu kültürün kendi kendisinin babası olarak kurgulanması düpedüz
Avrupa ideolojisinden kaynaklanıyordu ve bu tartışmayı da felsefe içinde
kalarak yürütmek mümkün değildi.
Burada, daha çok Marksizm çerçevesinde yürütülen tartışmanın bir Avrupa ideoloji çerçevesine oturtulması, Marksizm için de önemli sonuçlar doğuruyordu. İlki, Marksizm’in de bu Helenist ve Avrupa merkezci bakışın içinde olmasıyla ilgiliydi. Onun tanımladığı “Doğu sorunu”, dolayısıyla ancak bir “Batı sorunu” olarak anlaşılabilirdi ve bu da Marksizm içinde var olan oryantalist eğilimin tartışılmasını gerektiriyordu. Bu sorunlar etrafında oluşan Aydınlanma Tarikatı, Batı felsefesinin hep ihmal edilmiş “inanç” yönüne de dikkat çekiyordu.
Helenizm,
Siyonizm, Türkçülük’te ise Avrupa
ideolojisinin oluşmasında Osmanlı-Türk tarihinin yeri bir kez daha tartışma
masasına yatırılmaya çalışıldı. Batı’nın Helenizm’i, büyük ölçüde Helenlerin
Osmanlı’yla mücadelesi içinde gelişmişti ve Mısır, hem ideolojide ve hem de
pratikte bu oluşum içinde kendi yerini almıştı. “Biz” Navarin’de yenilmeseydik ve Helenlerin ayrılması mümkün olmasaydı
farklı bir felsefe tartışıyor olacaktık. Sonuncusunun ana fikri budur.
Ama Felsefi Aklın Eleştirisi, buradaki temel
sapmanın anlaşılması açısından önemini korumaya devam ediyordu. Kendisini
“tarih üstü” olarak kurgulayan bu düşüncenin tarihselliği apaçık ortadaydı. Felsefe, Batı tarihinden ayrılarak anlaşılması
mümkün olmayan bir düşünceler yığınıydı. Dolayısıyla bu düşünceyle hesaplaşma,
ancak felsefenin dışına çıkarak ve tarihin içine girerek yapılabilirdi.
Felsefi Aklın Eleştirisi, on yıl sonra, bu
eleştirinin nereye evirildiğini gösteren iki ekle bir kez daha elinizde. Hâlâ
tartışılmaya ihtiyaç duyan birçok noktası olmasına karşın, çok iyi tahkim
edilmiş bir duvarda açtığı küçük deliği önemsiyorum. Felsefi Aklın Eleştirisi,
yeni bir aklın oluşmasına katkıda bulunabilirse işlevini de tamamlamış olacak.
***
Doğuculuk mu? Kazanan saygı görmeyi de hak eder.
Son üç yüzyılda Batı hep kazandı. Diğerleri ise kaybetti. Henüz kazanabildiği
zamanlarda Osmanlı da saygı görüyordu. 1700’lü yıllardan, izleyen yüzyılın
başına kadar “Türkler” Avrupalı sayılmaktaydı. Normaldir, çünkü Osmanlı önemli
bir güçtür. Bir kez yenilmeye başladıktan sonra alıcı olmaya başlarsınız. Osmanlı saygınlığını kaybettikten sonra hep
alıcı oldu. Ordu ile ilgili düzeneklerin alıcısı, yeniliklerin alıcısı,
eğitimin alıcısı, bilimin alıcısı...
Bugün hala almaya devam ediyoruz. Üniversitelerimiz
de bilgi üretmek için değil, bilgi almak ve aktarmak üzere örgütlenmiştir.
Tarihimiz de, felsefemiz de, fiziğimiz de büyük ölçüde aktarmadır, alıyoruz.
Son yıllarda bu kurumlar o fonksiyonlarını da hızla yitirmektedir.
Çeviriciydik, artık çeviri işini de yapamaz duruma geldik. Aldığınız şeylerin
bir kısmı ikinci derecedendir. Ama
aldıklarımızın bir kısmı bütün düşünüş şeklimize de belirlemektedir.
“İlerleme” zihniyeti böyle bir şeydir örneğin. Bunu
mutlak bir gerçek olarak kabul ettiğinizde, siz “ilerleyememiş” olduğunuzu da
kabul edersiniz. İlerlemiş olan ise Batı’dır ve tek çareniz onun gibi
ilerlemektir. İlerleme iyiyse, o zaman tarihte ilerlemiş tek uygarlık olan Batı
da müthiş bir idol haline gelir. Unutmayın
“yeni olan iyidir” şeklindeki bakış açısı 1700’lü yılların ürünüdür. Batı
ilerliyordu ve bunun iyi olduğunu gördü. Örneğin Çin ordusunu, donanmasını
yendiler. Çinliler savunmadaydı, İngiliz donanması da kapitalizmin yarattığı
büyük iştahla saldırıda. Batının dışındakiler işte bu iştah karşısında
yenildiler. Bu iştahı Çinliler bilmiyordu, biz de bilmiyoruz. Belki o yüzden de
ilerleyemiyoruz.
Ama
medeniyet ile açgözlü bir saldırganlığın birleştirilmesi yepyeni bir durumdur. Çinliler Çin Seddi’ni yaptılar, topraklarını
savunmak için. Oysa her zaman saldırganlarından daha güçlü, daha marifetli ve
daha bilgiliydiler. Mısır 10 bin yıl boyunca doğal bir Çin Seddi’ne sahipti.
Seddi aşıp, bir işgal hareketine girişmeyi akıl edemediler. Asya’nın Mısır’a
sızması da bütünüyle Mısır’a yönelik işgal girişimleri ile olmuştur.
Çoğaltabiliriz. Kabul, Batı’nın dünyanın geri kalanını kendi eklentisi haline
getirmesiyle ilgilidir. “Batılı yaşam tarzı” her yana sızıyor. Onlar gibi
oluyoruz, onlar gibi yaşıyoruz, onlar gibi tüketiyoruz ve onlar gibi
düşünüyoruz. Gibi olmak, bir benzeme haline işaret ediyor. Ne kadar benzese de
aslı işte şurada, karşımda.
Ama “ilerleme” artık eskisi kadar saygı görmüyor.
Toplumu üretimin, piyasanın eklentisi haline getiren, ona tabi kılan sistem
sınırlarına geldi dayandı. Doğayı bitirdiler, gökyüzünü yırttılar, havayı, suyu
pislettiler. Ve karşılığında da insan soyuna mal edilebilecek bir mutluluk
veremediler. Bakın dünyanın kaçta kaçı bu “ilerlemiş toplumlar”da yaşıyor. İlerleme, bir avuç insan dışında hepimizi
mutsuz kılmıştır. “Batılı yaşam
tarzı” yıkıcılık anlamında ancak veba ile karşılaştırılabilir.
Sanayi devrimi ile başladı bu kirlenme ve bugün
hala sürüyor. 3 yüz 5 yüz yıllık bir düzenden söz ediyoruz. Nil nehrinin
kıyısında 10 bin yıllık bir uygarlık var oldu. Nil nehrini kirletmediler.
Dolayısıyla neyin “ileri” olduğu noktasında yeni ölçütlere, hem de şiddetle
ihtiyacımız var. Medeniyet meselesinde durumumuz budur. Kültür ise daha
tartışmalıdır. Dünyanın bütün varlığını
mülkiyetine geçirmiş bir uygarlığın bir kültür yaratması şaşırtıcı değildir.
Devasa bir yığın ile karşı karşıya olduğumuz tartışmasızdır. Ama aynı nedenle
sakat bir kültürdür bu. Kaldı ki artık kendini yeniden üretmekte de
zorlanmaktadır. Ekonominin emrine girmiş bir toplumun karşı karşıya kaldığı
tıkızlıktır bu. Romanı bitiyor, edebiyatı tükeniyor, fiziği krizde, felsefesi
ise boş bir gevezelikten başka bir şey değil. Batı, kendini yenileyecek
dinamikleri de kurutmuştur.
“Devrim”i de artık bu kapsamda algılamalıyız. Bu
iktisadi düzeni yıkmadan, insanın yaratıcı yanını özgür kılmamız da mümkün
olmayacaktır. Dolayısıyla, en temel biçimiyle ekonomiyi yeniden toplumun emrine
vermek zorundayız hepimiz. “Plan”, artık
her zamankinden daha yakıcı bir sorunumuzdur. Üretimi planlamak, doğal
kaynakların kullanımını planlamak, toplumu planlamak artık bir varoluş
sorunudur. Geçmişte buna sosyalizm deniyordu, kapsamı genişlemiştir. Ne
yazık ki başka bir adlandırma da bilemiyoruz. Vurguyu toplumdan yana yapmak
anlamında hala geçerliliğini sürdürmektedir sosyalizm. Kapitalizmin tahrip
ettiği toplumu yeniden kurmalıyız. “İlerleme”, hatta haddini aşmış bir ilerleme
bize başka bir yol bırakmamaktadır. İşte
“doğuculuk” budur.
***
Avrupa İdeolojisi çok geniş bir alanı kapsamaya
çalışan bir kavram. Ayrıntıda bir takım sıkıntılarla karşılaşması
kaçınılmazdır. En azından kıta Avrupa’sı ile ada Avrupa’sı arasında önemli
farklılıklar var. Bu bir genelleme, bu yanıyla da genel bir eğilime işaret
ediyor. Ancak Avrupa da kendisini
genellemeye çalışmaktadır. Bu Hint-Avrupa veya Hint-Hitit tanımlamaları
Avrupa’yı “birleştirmek” için yapıldı. Kendilerine ortak bir kök aradılar
ve bu ortak kök onları diğerlerinden de ayırdı. Bu hem ırki hem de kültürel bir ortak köke işaret ediyor. Hepsi 1800’lü
yıllardan sonra icat edilmiştir. Romantik Helenizm de o yılların ürünüdür.
Mısır’a yönelik referanslar “Afrikalı bir köken”i ima ediyordu. Romantizm
dönemine bol geldiği bellidir. Helenizm ise hem devasa bir kültür mirası hem de
steril bir ırk tasavvuruna izin veriyordu. Avrupa’yı Avrupa yapanlar bunlardır.
Yoksa “Avrupa” coğrafi bir ayrıma denk düşmüyor. Asya’nın bir uzantısıdır
Avrupa. Kendilerini hem kültürel hem de soy olarak ayıra ayıra kıta oldular.
Daha doğrusu kıtaları böldüler. Bunun için de uçlarda, uzun savaşlar vermek
zorunda kaldılar. Osmanlı-Mısır ikilisi
ile Birleşik Avrupa orduları arasında yapılan savaşlara artık bu yönüyle de
bakabilmeliyiz. Ve Osmanlıya karşı Yunan ayaklanmasında da Avrupa’nın parmağı
hep vardı. Yunan Krallığı kurulduğunda Avrupa’nın sınırları da belli
olmuştu. Şimdi kurulmaya çalışılan birleşik Avrupa’nın sınırları da hala o
sınırlarla kesişmektedir. Dolayısıyla
“batılılaşmak isteyen”ler sadece AB mevzuatına değil bu tarihe de bakmalıdır.
Mustafa
Kemal de batılılaşmak istiyordu ve bu nedenle Hititlerin Türk olduğunu ısrarla
iddia etti. Batıya dâhil olmak istiyorsanız ya Türkleri Hitit, ya da Hititleri
Türk yapacaksınız. Başka yolu yoktur.
En azından Avrupa İdeolojisi hükmünü sürdürdüğü sürece yoktur. Şimdi de
Türklerin birliğe dâhil olmasının önünde pratik sorunlar kadar ideolojik
sorunlar vardır. Boylu boyunca Asyalı ve doğuluyuz biz. Avrupa İdeolojisi
güçlüdür çünkü genel bir kabulle karşılanmaktadır. Tarihimizi de onlar yazdı ve
biz onlardan öğreniyoruz. Doğu yüzyıldan fazla bir zamandır ilgi alanımızın
dışında. Latin alfabesini inanılmaz bir rahatlıkla aldık kabul ettik. Tarihinde
16 alfabe değiştirmiş bir kültürün rahatlığıdır bu. Ama bizi ne kadar tıknefes
yaptığını da tartışmalıyız artık. Bunlar bizi batılı yapamadı ama bunlar
yüzünden doğulu da olamıyoruz. Uçlardayız hala, biraz o, biraz buyuz. Bu belki
bir avantaja çevrilebilir. Uçlar her
zaman merkezlerin de kaderini belirler. Biz bu tartışmayı ilerletebilirsek Batının
kibrini de kırabiliriz. Doğunun kompleksini kırmak ise daha zordur ama imkânsız
değildir.
***
Marksizm mi? Hiçbir düşünür anasının karnından yeni
düşüncelerle doğmuyor. Her düşünür bir yere kadar içinde yetiştiği kültürün
ürünü. Marx'ın yaşadığı çağ hem
romantizmin hem de helenizmin çağıydı. Batı düşüncesinin bilinçaltında bunlar
vardı. Dolayısıyla o da bu bombardımandan kendi payını almıştır. Eğitimine
Helen düşünürleri ile başlamıştı, sonra bu konuda radikal sorular sorması
imkânsız hale geldi. Marx, çok derin bir
biçimde helenofildir. Öte yandan Marx, kapitalizmin sınırsızca
ilerleyebildiği bir çağda yaşadı. Kurulan düzendeki tehditleri görüyordu. Ama her ne olursa olsun bu düzenin
yarattığı yıkımda bir ilerleme de vardı. İngiliz emperyalizminin ilerlemeci yanına övgüler düzdüğünü biliyoruz.
İlerleme varsa, gerileme de olmalıdır. Doğu gerileyen yandı. Asya tipi üretim,
hidrolik toplum, doğu despotizmi gibi safsatalar “siz gerisiniz”in Avrupai
halidir. Dikkat edin hiçbir zaman Avrupa
tipi üretim tarzı gibi bir laf telaffuz edilmemiştir. Çünkü bu teorilerin
“ideal modeli” batıdır. Dolayısıyla doğuda hep bir despot ve onun tebaası
tablosu çizilmiştir. İşçi sınıfı ve burjuva sınıfı gibi ayrımlar bile batıya
haz özellik gibi görüldü. Oysa Osmanlı bir “Cumhuriyet”ti. Bir sülale
devamlılığı olmasına karşın, sultan hep seçimle gelirdi. Kaybedenler ise
öldürülürdü. Bunun dışında, Osmanlı sarayında hiçbir zaman mutlak bir iktidar
olmadı. İktidarın paylaşıldığını biliyoruz ve Çandarlı ailesi gibi bir soylular
sınıfı da hep oldu.
Marksizm’de
ise bunlar yoktur ve “doğu sorunu” diye yazdıklarında hep bir “batı sorunu”
kendini hissettirmektedir. Batı kendi dışında olanlara şaşı bakmaktadır ve bu
şaşılık ne yazık ki doğu söz konusu olduğunda Marksizm içinde de teşhis edilebilmektedir. Büyük bir bölümü artık çöpe atılmalıdır.
Marksizm, insanlığın entelektüel serüvenin en
önemli parçası ama onu eleştirmezsek “ilerleyemeyiz.” Helenizm ise bütünüyle
Avrupa ırkçılığının bir icadıdır. Tarihte
kendi kendisinin babası olan hiçbir kültür yok. Belki Çin’i ayırabiliriz. Onun
ötesinde herkes birbirinden öğrendi; Yunanlılar da Fenike’nin ve Mısır’ın
çocuğudur. Aksini iddia etmek düpedüz ırkçılıktır. Bunun ötesinde
“Yunanlılar çocuk oldukları için olağanüstü bir kültür yarattılar” demek de
çocuksudur. Mısır’ı, Fenike’yi inkâr ederseniz buna inanmak durumunda
kalırsınız. Marksizm’de yer alan bu konudaki iddialar da çocuksudur.
***
Peki, “aydınlanma”yı ne yapacağız. İlki şu; Seküler
akım bir kaza ürünüdür. Dolayısıyla
aydınlanma başlangıçta derinlemesine mistiktir, çıkış noktası da Yunanistan
değil Mısır’dır. Yunanistan’ın öne çıkması Aydınlanmışlar ile kilise
arasında ortaya çıkan yeni konsensüsle mümkün oldu. Her şeyi ama her şeyi
Yunanistan’dan başlatmak bir 19. yüzyıl Avrupa icadıdır. Ondan önce hep Mısır
vardır ve Mısır hayranlığı Napolyon’un Mısır Seferi ile sona ermiştir. Bu
tarihten sonra Mısır bilimi de yeni ideolojinin gereklerine uyduruldu.
Felsefesi yok edildi, matematiği inkâr çukuruna atıldı. Mimarisi, sanatı yok
sayıldı. Ama Mısır’da eğitim görmemiş bir Yunan filozofu bulamazsınız. Sokrat
bir Etiyopyalıdır ve karadır. Onun ötesinde Yunan felsefesi ve hatta
Hıristiyanlık kadim inanışların yanlış anlaşılmasıdır.
Yunanlılar gerçekten çocuktular ve öğrendikleri
düşüncelerin kendi dillerine çevirebildikleri kadarını aldılar. Aydınlamanın
Hıristiyan dogmaları ile sorunları vardı. Mücadele ettiler. Ancak güneşi
evrenin merkezine yerleştirirken aynı zamanda kendi inançlarının gereğini de
yerine getiriyorlardı. Unutmayın güneşe
ve yıldızlara tapınma insanlığın en eski inanışlarıdır. Aydınlanma, Mısır kaynaklı inanışların
yeniden ayağa kalmasıydı. Yerleşik düzene ve dine acımasızca
saldırmalarının nedeni budur. Yeniden
doğuş ama eskinin yeniden doğuşu. Çıkışında bir “tarikat” izi var; yeni bir
yol aramıyorlardı ama yeni bir yol oldular.
***
Bu kitap, iki kitaptan oluşuyor. İlki iktisat
eleştirisidir, ikincisi daha fazla felsefidir. 20’li yaşlarımın sonunda ve 30’lu yaşlarımın başlarında yazıldılar.
Gençtirler. “Tarihsel Marksizm” işte bu iki genç eleştirinin getirisidir.
“Tarihsel materyalizm”i bilerek kullanmıyorum, bu
artık Marksizm’dir.
***
Genç heyecanın kokusu kalsın istedim, diline ve
kurgusuna dokunmadım. Dilerim yeni tartışmaların doğmasına vesile olur.
Orhan Gökdemir
13 Ocak 2013
Notlar:
1. Felsefi Aklın Eleştirisi - Orhan Gökdemir-Göçebe
Yayınları
2. Aydınlanma Tarikatı - Orhan Gökdemir - Destek
Yayınları
3. Helenizm, Siyonizm, Türkçülük- Chivi Yazıları
0 yorum :: Tarihsel Marksizm / İktisadi ve Felsefi Aklın Eleştirisi
Yorum Gönder