Göktuğ Halis
“Popüler Gizemciliğin Tarihsel
ve Dinsel Temelleri “, günümüzde giderek büyüyen “toplumsal bir eğilimin”
kökenlerine ulaşmayı hedeflemektedir. Bu eğilim, Modern Batı Dünyası’nın XVII.
Yüzyılda başlayan “pozitif bilimler” alanındaki sıçrayışıyla birlikte temelleri
atılan teolojik ve bilimsel uğraşlar alanındaki keskin ayrışımın kırılmasıyla
ilintilidir.
XVII yüzyılda fizik, kimya,
biyoloji ve astronomi gibi disiplinlerde yaşanan devrimsel dönüşüm, Avrupa'yı
yüzyıllardır sarmalayan dogmatik “yaşam” algısını,
tüm sancılarına rağmen, şiddetle sarsmaya başlamıştır. Bu dönüşüm sanılanın ve
günümüz ortodoks eğitim sisteminin gösterdiğinin aksine, kendini pozitif
bilimler hayaline adamış, Aristoteles'in otoritesi ya da Kilise'nin baskısıyla
anlamlanan Ortaçağ'a öfke duyan tarihsel karakterlerin, hurafenin ya da batıl
inanışın yerine bilimsel gerçekleri koyma yolundaki "kahramanca
direnişi" şeklindeki açıklamalardan çok daha fazlasını hakeder. Bu
dönemeci yönlendirenlerin böylesi bir kırılışı öngörmüş, önermiş ya da
arzulamış olmasına imkan yoktur. Her insan kendi çağının ürünüdür. Yine de pozitif yaşam algısının oluşmasında
büyük rol oynayan tarihsel karakterleri, batıl inanış sahibi ya da sofu
Hıristiyan olarak görmek bizleri şaşırtır. Oysaki gerçek budur, bu kişiler istisnasız biçimde kökenleri
Paganizme uzanan inançlara tabidir; Copernicus
ve Kepler, Güneş'i Mısırlılarla karşılaştırılabilir kutsal bir öğe olarak
görürken, Newton, en bayağı simyacılarla formül alışverişi yapar. Bilim
tarihi kitaplarında, Rönesans'tan (genellikle Mısır mistisizmi ya da Avrupa
Merkezci açılımlarda Platonculuk ya da neo-Platonculuk olarak anlatılır) kesin
bir kopuşu simgeleyen Galileo bile, Westfall'ın belirttiği gibi, doğanın
şifreli olarak kaleme alındığını, bunu çözmenin yolunun ise matematik olduğunu
söylemektedir; düşünür modern dünyaya damgasını vuracak eylemsizlik yasasını
"ideal bir dünya" tasavvuruyla üretmiştir.
Biyoloji biliminin, yaratılış
kuramını, fiziğin Aristoteles’in hareket yasalarını ve maddenin özündeki dört
öğe öğretisini, astronominin ise “yermerkezli” evren teorisini yerle bir
edişiyle birlikte, teolojinin, mistisizmin, batıl inanışların ve Tanrıların
sözlerinin, bilimsel alandan tamamen çekiliş sürecinin ilk adımı atılmıştır;
ancak süreç tamamlanmamıştır. Başlangıçta hüküm süren gizemci temel, çok
geçmeden ana yapıdan dışlanır, okült öğeler bilimsel duruştan tasfiye edilir.
Artık pozitif bilimler, bir zamanlar dinsel anlayışların hegemonyasında
gerçekleşen açıklama eğilimlerinin üzerinde söz sahibi olacağı alanların
çerçevesini çizmede alabildiğine cüretkardır. Diğer bir ifadeyle Avrupa için,
bilimsel uğraşların Kitab-ı Mukaddes ile Aristo ve Platon çalışmalarından
ibaret sayıldığı dönem geride kalmıştır.
Pozitif yaşam algısı, yalnızca
doğanın yasalarını, evrenin işleyiş mekanizmasını ya da insan zihnini
yüzyıllardır meşgul eden pozitif sorunları değil, insanın kendisi, bugünü ve
geçmişiyle ilgili problemlerde de etkin olduğu ölçüde, kesin bir dönüşümü
zorunlu kılmıştır. Tarih bilimi XVIII. yüzyıldan başlayarak kılık değiştirir;
en genel ifadesiyle, "Tanrı'nın, Tanrısal işlerin ya da kişiliklerin"
tarihinden kopan, halkların, sınıfların ya da bütün insanlığın tarihi, güçlü
örneklerle ortaya çıkar. Tarih, sonsuz uzmanlık alanlarına bölünür;
profesyonelleşir, akademik dokusuyla kısmen dışa kapalı, uzmanlar arası
disiplinlere dönüşür. Bu kaçınılmazdır; zira pozitifleşen tarihin ihtiyaç
duyduğu tarihsel veri ihtiyacı bir çığ gibi olmasa da geçmişle kıyaslanamayacak
ölçüde karşılanmaktadır. A. Koyre'nin belirttiği gibi ölü diller
çözümlenir, geçmişin gizleri açığa çıkar; eskiden Tanrı'ya bağlanarak tahmini
olarak açıklananların insanların ve toplumların ürünü olduğu anlaşılır.
Böylece, Batı yalnızca Yehova'nın
seçilmiş kavmiyle ilişkisini anlatan yaygın metnin dışında da kendisini
geçmişte görmenin erincini yaşar.
Gerçekten de tüm Ortaçağ boyunca
Batı dünyası, Kitab-ı Mukaddes’i en güçlü referanslı tarih kitabı olarak
belledi. Kitap, insanın yaratılışından, İsa’nın yaşamına uzanan kapsamıyla;
kültürel veriler, yer ve halk adları, tarihi kişiliklerin hayat öyküleri gibi,
bugünün tüm XX. Yüzyıl boyunca yerleşen ve nihayetinde üniversitelerde
okutulacak şekilde son haline ulaşan “tarih” disiplininin ilgi alanına giren
veriler içermekteydi. Ancak fark, pozitif tarih anlayışının “somut” olarak
tanımladığı verilerden hareket etme desturundan kaynaklanmaktaydı; Kitab-ı
Mukaddes, bu tip bir eğilimden çok sözel geleneğin ürünü olarak sayılabilecek,
efsaneler, mitler ya da kaynağı belirsiz “sentetik” nitelikler taşıyan
folklorik verilerden beslenmekteydi. Yazılanların “gerçek olup olmadığının”
kanıtlanamazlığı bir tarafa, her toplumsal olguya Tanrısal bir müdahale eşlik
ediyordu. Tanrı’nın ve kutsal olanın “toplumsal olaylar üzerindeki etkisini”
reddeden pozitif tarih anlayışı, tıpkı bilimsel disiplinlerin “yaratılış” ve
“ölüm sonrası hayat” gibi sorunlar karşısındaki tutumuna benzer şekilde, “bilginin olanakları” duvarına çarptı.
Kitab-ı Mukaddes, inançlılar için “tarih” kitabı niteliğini hiçbir zaman
kaybetmese de, karşıt kutbunda “pozitif tarih” anlayışının yer aldığı “ikili
tarih karşıtlığı” içinde saldırılara muhatap olmaktan kendini kurtaramadı.
Bu doğaldır, insanlık çok uzun bir
süre tarihi, inanç figürleri ya da mitolojilerle karşılamıştır. Bu eğilimin
Batı dünyası için en popüler örneği Homeros Destanlarıdır ki, yalnızca Antik
Yunan dünyası değil, kültürel olarak Yunan ile ilişkiye geçen her medeniyet,
İlyada ve Odessa Destanları’nı aynı zamanda tarih kitapları olarak okumuştur.
Ancak destanların en önemli parçası, Tanrısal müdahalelerdir ki “tarihi”,
gerçekleri öğrenmek amacıyla okuyan bireyler “Tanrıların” toplum yaşamına etkin
müdahalelerini de “gerçek” olarak algılamak zorunluluğunu taşımıştır. Çünkü mitoloji, artık klasikleşen ifadeyle
söylersek, yalnızca çocuklara uyumadan önce anlatılan hikâyeler değil, bir
yönüyle o toplumu geçmişe bağlayan simgelenmiş gerçeklerdir. Problem,
simgelerin ne olduğu ve nasıl deşifre edileceğidir. Yanlış bir yorumda tarih
teolojiye karışır, yerleşik dini sistem ideolojisini doğrular hale gelir.
Sınıfsız toplumlarda bunun önemi yoktur belki ama toplumsal bölümlenmeyle
birlikte, tarihi mitolojilerle açıklamak “bölümlenmenin” korunmasını amaçlayan
araçlara dönüşür.
Dinsel eğilim, pozitif
disiplinlerle teolojik uğraşların verileri arasında bir çelişki olmadığı
iddiasındadır. Papaların evrimi: “Tanrı’nın en büyük oyunu!” olarak nitelemesi
bu gerçeği değiştirmez; antropoloji ya da biyolojinin verileriyle, “yaratılış”
problemi arasındaki çelişkiyi gidermek için “emirvari” bir çıkıştan daha
fazlasına ihtiyaç vardır. Arkeolojik çalışmalar sonrasında, Kitab-ı Mukaddes’te
adı geçen Sodom ve Gomorra’nın küller altından çıkarılışı da, Ararat Dağı’nda
Nuh’un gemisinin kalıntılarının bulunuşu da, doğaüstü eğilimler ve Tanrısal
müdahalelerle anlamlanan bir tarih anlayışının somut kanıtları değildir. Bunun
için de en azından Rab’bın parmak izinin bulunması gibi delillere ihtiyaç
vardır.
Eski toplumlarda mitoloji, yalnızca geçmişle kurulan
bağlantının araçları değildir.
Bir yüzü güncel dünyaya dönüktür;
kaygıları vardır. Herşeyden önce toplumsal olanı düzenler, işbölümünü, yetişen
kuşakların eğitimini, yaşlıların, düşkünlerin gözetimini belirler. Bir
yönüyle günümüz dünyasındaki modern hukuk sisteminin yerine yerleşen mitoloji,
günümüz insanına ilkel gelen içeriğine rağmen sosyal alanda etkileyici düzeyde
başarılı olur. Malinovski, iki yerli
grubu arasındaki toprak sürtüşmesinin, modern dünya insanına basit gelebilecek
bir “hikâye” yardımıyla nasıl çözümlendiğini anlatmaktadır Büyü, Bilim ve Din kitabında. Buna göre, uzun süren bir göçün
ardından eski topraklarına dönen bir grup yerli, topraklarına yerleşmiş ikinci
bir yerli grubunu görür. İkinci grupta yer alan yerliler, bu durumdan hoşlanmaz ve bu verimli toprakları terk etmek istemez. Ancak
birinci grup, ansızın tartışmaya vesile olan toprakların gerçekten de
kendilerine ait olduğunu ispatlayan bir ya da birkaç “hikâye” anlatmaya
girişir. Hikâyeler gerçekten de o yöre ile ilgilidir ve birinci grup yerlinin
dünyaya geliş merkezini temsil etmektedir. Hikâyelerin anlatımı bittiğinde,
ikinci grup yerliler başka
hiçbir tartışmaya girmeden, topraklardan
ayrılmak üzere eşyalarını toplamaya girişir. Zira bu toprakların, sonradan
gelen yerli grubuna ait olduğuna dair herhangi bir şüpheleri kalmamıştır;
mitoloji, günümüz tapu müdürlüklerinde dahi uzun tartışmalar yaratan bir
problemi, çok kısa sürede çözme yeteneğine sahiptir.
Mitolojiler, efsaneler, dinsel
anlatılar modern dünya ile birlikte, insanlık tarihinin çocukluk çağından
itibaren oynadıkları somut rolleri yitirmiştir. Bu kaçınılmazdır çünkü artan
nüfus, gelişen sanayi ve teknoloji; kozmopolit bir tabaka yaratmıştır.
Yaratılan düzey ve karmaşıklaşan toplum sorunları; artık insan tarafından
belirlenen karmaşık hukuk sistemiyle düzenlenmeye çalışılmaktadır. Buna elbette
yukarıda belirttiğimiz, tarihsel araştırma yöntemlerinin gelişimini de
eklemeliyiz...
Tüm bu yaşananların sonunda
Kapitalizm, özellikle iki kutuplu dünyanın yıkılışının ardından reddedilen,
istenmeyen ya da hurafe olarak ilan edilen yaklaşımlarla
dirsek teması içine girmiştir. Modernliğin sonu olarak tanımlanan kültürel
aşama, Modern dünyanın kurduğu dizgesel ayrışımların üzerine çizgi çekmekte,
resmi ya da ideolojik olarak değil ama kamusal düzeyde geçmişe dönüşü temsil
etmektedir. Bu bize, girişimizin hemen ilk paragrafında betimlediğimiz güncel
eğilimi vermektedir. Bu eğilim,
mitolojilerin, halk efsanelerinin ya da geleneksel kültüre ait öykülerin
ansızın tarihi anlama ve tarihi biçimleme noktalarında oynadığı rolün yükselişidir. Kutsal Kan Kutsal Kâse ve Da Vinci Şifresi ve ondan hareket eden yüzlerce kurgusal metinden elde edilen verilerin, ansızın
“yepyeni bir tarih oluşturma” yönündeki potansiyeli elbette dikkat çekicidir. İsa’nın Soyu ve Magdalena’nın onun karısı olduğu
şeklindeki “tarihsel olarak” asla doğrulanamayacak iddialar, Papalık Tarihi ya
da Tapınak Şövalyeleri gibi tarihsel konuların gerçek öyküleri üzerinde şaşırtıcı bir baskı yapabilmektedir. Böylece pozitif tarih anlayışı üzerinde büyük bir baskı oluşmuş;
tarihin yeniden kurulması ve oluşturulması yönünde, metafizik zorlama meydana
gelmiştir. Böylece tarih yeniden ve daha doğru(!) bir biçimde oluşturulması
gereken bir disipline dönüşür. Tarih disiplini için bu, daha önce görülmemiş
düzeyde bir düşüştür.
Amerika’nın keşfinden, Fransız
İhtilali’ne dek Tapınak Şövalyeleri’nin, tarihi yönlendiren gizli örgütlerin ya
da Tanrı’nın etkin müdahalesiyle gerçekleşen olaylar silsilesi, mitolojinin yeniden
“tarihe” dönüştürülüşünün en belirgin örneklerindendir. İnsan medeniyetinin
büyüsel savaşlar sonucunda yıkıma uğrayan Atlantis ve Mu kıtalarından son anda
kaçmayı başaran bilgeler tarafından yaratıldığı düşüncesi, tarihin hiçbir
döneminde olmadığı kadar, günümüzde kabul görmektedir.Tıpkı toplayıcı-avcılarda
olduğu gibi “geçmişe” öyküler yardımıyla bakılmaktadır. Yalnızca geçmişe mi?
Elbette hayır, tıpkı yabanıl dünyada olduğu gibi mitoloji yalnızca tarihe
değil, güncel hayata dair de etkin bir güç iddiasıyla karşımızda belirmektedir.
Sosyo-ekonomik olgulara yönelik bu tinsel değişim yaşananların anlamlanması ya
da görüngülerin çözümlenmesi yolunda “mitosların” kullanılışına tanıklık
etmemize yol açar. Kökeni Hindistan’da bulunan bir yeraltı kenti efsanesi olan
Agarttha’nın, Türkiye’de bir darbe hazırladığı iddiası, tüm gerçek dışılığına
rağmen toplumsal bir tepkinin aracı haline dönüverir. Ergenekon
Soruşturması’yla ilgilenen kitleler için ise, politik gerçeklerden ziyade
“hayali bir çözüm” ortaya çıkmıştır.
Pozitif-toplumsal bilimlerin yozlaştırılması eğilimi yalnızca tarih
alanı ile sınırlı değildir. Alternatif tıp alanındaki cıvıklık, tıp bilimine,
Secret tarzı kitaplarla açığa çıkan Kuvantum Felsefesinin “yanlış” yorumuyla
Fizik bilimine saygı yitirilmektedir. Benzer bir sonuç, burada her birini
saymamıza imkân olmayan disiplinler için de geçerlidir.
Yabanıl dünyadaki insan, yaşaması
ve ayakta kalması için gerekli olmayan herhangi bir düşünce ya da fikre sahip
değildir. Öykülerinin, felsefesinin, inancına eşlik eden anlatıların,
mitolojilerinin; her türlü uygulamasının ve hareketinin, hayati bir amaca
kilitlendiğine dair somut bulgular vardır. Tarihi ve bugünü mitoloji ile
anlamlandırmak ve düzenlemek, sınıfsız bir toplumun “ortak kaygıları” üzerinde,
döneme ilişkin olanaksızlıklar da göz önüne alındığında açığa çıkacak “kesin”
bir yaşam biçiminin göstergesidir. Bu doku, insanın her uğraşısına eşlik eden
ve ana amacı “toplumu” bir arada ve bir bütün olarak tutmayı amaçlayan
“kolektif” bilincin hizmetindedir. Öyleyle, günümüz dünyası ile yabanıl dünya
arasındaki, mitolojinin tarih ve güncel yaşamı açıklamak amacıyla kullanılışı
şeklindeki basit benzerliğin ötesine geçen “amaçsal” farklılıklar vardır.
Günümüz dünyasında, ideolojik manüpilasyon aracı olarak kullanılan bu eğilim,
her şeyden önce toplumun bütüncül yaratımı değildir; tamamıyla bilinçli ve
tasarımlı olmasa da, sosyo-ekonomik yasalarca yönlendirilen sınıfsal
yönlendiricileri ve yaratıcıları vardır. Bu doğrultu da, yabanıl dünyanın
aksine amaç toplumu bir arada ve ortak kaygılar perspektifinde bütün olarak tutmak
değil, yerleşmiş sınıfsal ayrımları korumak ve farklı dünyevi tasarımları
gerçek kılmaya devam etmektir. Belki zorlama olacaktır ama analoji açıktır;
ikili dünya kurgusu günümüzde de geniş halk yığınları için farklı, seçkinler
için farklı gerçeklikleri göstermektedir. Hurafeler, hikayeler, boş anlatılar
ve kendisine anlatılanlarla yetinen geniş kitleler karşısında, uzmanlaşma adı
altında sıradan insanların ilgisini defeden seçkinlerin gerçeğin çölündeki
edimi... Gnostisizmin toplumsal kurgusu, günümüzde yaşamaktadır.
“Modern Gizemciliğin Tarihsel ve
Dinsel Temelleri”, zamana yayılmış bir proje olarak “Gizli Bilimlerin
Alternatif Tarihi-İlk İnsandan Günümüze Bilim ve Okült Karşıtlığı” ismini
taşıyacak kitaba yönelik ön-çalışmayı içermektedir. İnsanlık tarihine bu farklı
bakış, başta “Bilgeler Sınıfı Teorisi olarak Hermetik disiplinler” olmak üzere
“kayıtlı tarihin etkin analizinden” doğmuş özgün kavramlarımızı okuyucuyla
tanıştırmak amacını taşımaktadır. Çalışma, simya, gnostisizm, şeytancılık, yeraltı kentleri, düalizm, kutsal kitaplardaki
savaş gelenekleri ya da kabala gibi, günümüzün gizlici tarih anlayışının
tarihsel ve dinsel kavramlarını, maddeci perspektiften hareketle açıklama ve
tarihsel bağlamına yerleştirme çabası olarak da değerlendirilebilir.
Böylece “tarih bilimine” günümüz
dünyasında saygınlığını sarsan okült kavramlarla hesaplaşma olanağı tanınmış
olacaktır.
0 yorum :: Tarih, Mitoloji ve Modern Dünya
Yorum Gönder