Orhan Gökdemir
Felsefenin kaynağı hiç kuşkusuz antik Grek kültürü.
Bu nedenle felsefe kavramının etimolojisinin "bilgelik sevgisi" gibi
"dünyevi", yada daha batılı bir deyişle, sekuler bir anlam taşıması
çok şaşırtıcı olmamalı. Eski felsefe, mitolojinin dine dönüşümünün sıcaklığında
kuluçkaya yatıyor. Arapların felsefe ile
tanışması ise mitolojinin öldüğü ve dinin felsefeyi de içererek yerleştiği bir
döneme rastlar. Dolayısıyla Arap kültüründe felsefe, antik Grek kültürüne
göre daha "ruhani"dir. Araplar için felsefe artık bilgelik sevgisi
değil; "hikmet"tir. Eninde sonunda referansını tanrıya yapar. Dinin
egemenliğini kurması ile birlikte felsefe -doğuda ve batıda- dünyevi bir alan
olmaktan çıkar ve tanrının buyruğuna girer.
Buradaki çözücü soru şudur; Hıristiyan veya İslam,
"tanrı"nın Helenizyan felsefede aradığı şey nedir?
Verilebilecek cevaplardan ilki, dinin, kendi evren
modeli için Helenizyan felsefede bir doğrulama bulmasıdır. Aristo ve Platon'un
dinler için birer resmi filozof haline gelişinin kısa öyküsü budur. Mitolojiden
beslenen akıl, dinin gelişmesiyle imanın emrine girer, imanın doğrulanması
olur. Böylece felsefe, teolojinin eki haline gelir.
Felsefenin dinden kurtuluşu, bu yüzden, aklın
yeniden "dünyevileşmesini" gerektirmiştir. Kuşkusuz, aklın yeniden
dünyevileşmesi felsefenin "bağımsız bir bilim" dalı olarak
gelişmesinin ön koşuludur. Ancak denildiği gibi akıl hep var olmuştur ama her
zaman akılcı biçimde değil. Aklın
akılcılaşması "esas olanı" boş laftan ayıracak bir ölçüyü gerektirir.
Bu ölçünün olmadığı koşullarda aklın
dünyevileşmesi dünyanın akılcılaşmasını sağlamaz, ama akıl onu
akılcılaştırmaya çalışmıştır. Bunu "boş laf" diye yapamayınca, tıpkı
teolojinin Helenizyan felsefeye yaptığı gibi teolojiyi yardıma çağırmıştır.
Bu "bilim", büyük sistemler kurmasına ve
dünyayı en aşırı biçimlerde açıklamasına rağmen, onun kurucu babalarından olan
Kant'ın dediği gibi, bugün hala esaslı olanı boş laftan ayırt edecek kesin bir
ölçüsü yoktur. Şimdi bu ölçüyü ödünç edinmek üzere yüzünü bilime dönmektedir.
Üstelik bilimden ödünçlenirken istediği şeyin mülkiyetinin kendisine ait
olduğunu da iddia etmektedir.
Bu anlamda, "bilimlerin anası olarak felsefe"
tamamen modern bir olaydır ve onun tarihsel gelişimi içinde bu kez doğru yolu
bulup bulamadığında karar kılmadan; bu karara varmak üzere onu tarihin
kendisinden araştırıp göstermeden, "doğru" tartışmanın yolu yoktur.
Felsefe hiç olmazsa Aydınlıklar Çağı'ndan bu yana
iman ile kendisi arasında bir mesafe koymaya çalışmaktadır. Hatta, felsefenin
bunu başardığı ölçüde ilk önce bağımsız bir disiplin, sonrada bütün diğer
disiplinleri kendi himayesi altına alan modern bir teoloji haline geldiğini
söylemek mümkündür.Ancak, felsefe de kendi geleneğine uygun bir imanı ön
varsaymaktadır; felsefenin bilimler üstü bir disiplin olduğuna inanılmalıdır.
Kendi iktidar alanı üzerinde tartışılmaz bir tutuculuk gösteren felsefe, eski
imana karşı devrimci savaşını artık hatırlamamaktadır. Oysa, kendisi içinde bir
amentü olacaksa o hala şu olabilir: "Bir bilimin olanaklı olup olmadığını
sorma, onun gerçekliğinden şüphe etmeyi şart koşar. Ama böyle bir şüphe, tüm
varı yoğu belki de bu sözüm ona mücevher olan herkesin gücüne gider bu nedenle
de, böyle bir şüpheyi ağzından kaçırana her zaman her taraftan karşı konulur.
Bazıları, eski ve bu nedenle de meşru kabul edilen mallarının gururlu
bilinciyle, ellerinde metafizik özet kitapları, ona aşağılayarak
bakacaklardır;daha önce başka yerde görmüş olduklarıyla aynı olandan başka bir
şeyi görmeyen bazıları da, onu anlamayacaklar; ve olması yakın bir değişme
korkusunu yada umudunu uyandıracak hiçbir şey olmamışçasına, her şey bir süre
böyle kalacak."(1)
Felsefe için hal bu ise, bütün gelişmiş görünümüne
rağmen, bitirmiş göründüğü her tartışmanın, çözmüş gibi göründüğü her sorunun
ardından yeni bir "prolegomena" yazmak zorunludur. Bu prolegomena,
bugün de, çıraklar için değil, geleceğin öğretmenleri için yazılacaksa artık
referansını Kant'a ya da Hegel'e yapamaz; Feuerbach'a hiç yapamaz. Bu
prolegomena'nın oyunun kurallarını ihlal edenlerin "geçmişteki felsefi
bilinçleri ile hesaplaşmaları"ndan başlaması zorunludur. "Genel
olarak felsefenin" sonunun ilan edilmesi, bize, modern filozofların
eskilerden daha yeteneksiz olduklarını değil, "insanın kendisine değin
bilincinde" felsefenin dışına doğru bir sıçrama olduğunu gösterir.
"Bilimsel"
felsefe
İşte bu yüzden, felsefe bilimlerin anası olmaktan
kendi özgür iradesi ile vazgeçip Neo-Kant'çı veya Viyana Okulu olarak anılan
sürdürücülerine "bilimsel araştırmaların yan ürünü" olmayı kabul
etmiştir. Bu mütevazılığı bir kez gösterdikten sonra felsefenin eskisi gibi
görünmemesine şaşmamak gerekir.
"Yanlışlık karşısında kalınca psikolojik bir
açıklamayla yetinebiliriz; doğruluk ise mantıksal çözümleme gerektirir.
Spekülatif felsefenin tarihi, sordukları sorulara doğru yanıt verme olanakları
olmayan kişilerin düştüğü yanlışlıkların öyküsüdür .Verdikleri yanıtları ancak
psikolojik duygu ve eğilimlere inerek açıklayabiliriz. Bilim felsefesinin
tarihi ise problemlerdeki gelişmenin öyküsüdür. Burada problemler, belirsiz
genellemelere giderek, yada insan ile dünya arasındaki ilişkiyi renkli bir
dille betimleyerek değil, teknik bilgiye dayanarak çözümlenir. Bu tür bir
çalışmanın bilimlerde sürdürüldüğünü hep biliriz; aslına bakılırsa,
problemlerdeki gelişmeleri ayrı ayrı bilim kollarının tarihlerinde izlemek
gerekir. Felsefe sistemleri, en olumlu bir yorumla, oluştukları dönemlerin
bilimsel bilgi aşamasını yansıtırlar; ama bilimin gelişmesine katkıda
bulundukları kolayca ileri sürülemez. Problemlerin mantıksal gelişimi bilim
adamının işidir; onun çoğu kez küçük ayrıntılara yöneltilen ve felsefi amaçlar
için pek az kullanılan teknik çözümlemelerdir ki, problemlerin anlaşılmasını
kolaylaştırır; öyle ki, teknik bilginin yeterince artmasıyla birlikte felsefe
sorunlarına da yanıt verme olanağı belirir."(2)
Yani Reichenbach, bize, felsefe yerine artık
"bilim felsefe"sini önermektedir; "Bilimlerin anası" olan
felsefeye "bilimin çocuğu" olmayı kabul ederek var oluşunu
sürdürmenin yolunu göstermektedir. Felsefe, felsefe olarak kalacaksa, kendi
kendinin değil, bilimin felsefesi olmalıdır.
Bunda, Engels'in "genel olarak felsefenin
bitişi Hegel iledir" önermesinin bir doğrulamasını bulacağımız şüphelidir
ama bilim ile haşır neşir olan filozofların ve felsefe ile haşır neşir olan
bilimcilerin her krizle birlikte yeniden keşfettiği bir filozof olan Kant için
bu büyük bir rahatlıkla kullanılabiliyor. İşte Reichbach'ın genel olarak
felsefe ya da "sistemler felsefesi" için söyledikleri:
"...sistemler felsefesi Kant'la sona ermiştir; sonra ortaya çıkan
felsefeleri Kant ya da Platon'un sistemleriyle aynı türden ya da aynı düzeyde
saymak yanlıştır. Eski sistemler ortaya çıktıkları dönemin bilimini
yansıtmaktaydılar; yanıtları sözde-yanıt olmaktan öteye geçmiyorsa, daha iyi
yanıt bulma olanaklarından yoksun oldukları içindir... Felsefe adı altında
geliştirdikleri sistemler, bu yüzden, bir takım yüzeysel genellemeler ile
benzeşimlerden oluşmaktaydı. Kimi kez kullandıkları dilin kandırıcılığı, kimi
kez ise üsluplarındaki sahte bilimsel kuruluk okuyucuyu çekmiş ve kendilerine
ün kazandırmıştır. Ama tarihsel açıdan bakınca bu sistemleri verimli
topraklardan akıp, çölde kuruyan ırmaklara benzetebiliriz."(3)
Bunları söyleyen Reichenbach, bize, yeni bir felsefe, kendi konumunu bilime göre ayarlayan
bilimsel bir felsefe, bir bilim felsefesi önermektedir. Böylece felsefe,
bilimler üstü bir alandan indirilse bile, bilimler arası bir alanda kalmakta ve
az çok eski ihtişamını koruma ve sürdürme olanağına kavuşmaktadır.
Felsefenin bilimin arkasına koşulmasında
Reichenbach yalnız değildir. Bir başka cenahta Althusser'in "Marksist
felsefe" için yaptığı öneri de aşağı yukarı budur; Marksist-Leninist teori
hem bir bilimi, hem de bir felsefeyi içerir. Ancak Marksizmin temel
metinlerinde bilim lehine ya da felsefe aleyhine bir boşluk vardır. Bu boşluk
bilimi geliştirmek için doğmuştur, bilim lehine bu doluluğun üzerine yeni bir
felsefe inşa edilmelidir.
Ancak, Althusser de, bu açıdan eleştirdiği Gramsci
gibi yeni felsefenin kendisini değil, temennisini geliştirir. Bütün
söylenenlerden sonra, ortada yeni bir felsefenin işaretleri yoktur. Ortada olan
şey, "Marksist felsefeyi geliştirme zorunluluğu"dur. Ancak bu
zorunluluk sanıldığı gibi felsefi bir zorunluluk değil, pratik, hatta birazda
politiktir. "Devrim, teorinin savunmasına, gelişmesine yardım edecek, hem
bilim adamı, hem de filozof olan militanlara ihtiyaç duyar." Öyleyse ve bilim
var olduğuna göre felsefede artık geliştirilmelidir!
Utangaç
filozofların trajedisi budur; Tıpkı materyalist Feuerbach'ın dine karşı
yeni bir din geliştirmeye çalışması gibi, onlarda felsefeye karşı yeni bir
felsefe bulmaya çalışmaktadır. Burada materyalizmin doğanın güçlerinin kabul
edilmesinden başka bir anlamı yoktur. Sonuç, bir doğa dini ya da bir doğa
felsefesidir.
Yanılgı, bu mücadelenin felsefi bir sorun olarak
görünmesindedir. Oysa burada da iki sınıf birbiriyle çatışır. Felsefenin
teolojiyle savaşı, filozof kılığındaki burjuvazinin, kilise babaları
kılığındaki aristokrat-ruhban sınıfla savaşından başka bir şey değildir. Bu iki
etkinlik arasındaki ilişki açıktır: "Kant tanrının kellesini uçurur;
Robespierre, kralın." İkisi de tarihin aynı evresine tekabül eder; bu evre
kendini Almanya'da teorik, Fransa'da ise pratik olarak gösterir. Öyle ise,
Robespierre hangi sınıfın temsilcisiyse, Kant'da o sınıfın temsilcisidir;
Birinin egemenliği hangi anlama geliyorsa, diğerinin de. Esin kaynakları
sınıfsal tahakkümdür. Tanrının ve kralın boşalttığı yere o dünyevi sınıfın
temsilcileri oturur: Teolojinin yerine felsefenin oturmasının da öyküsü budur.
Buradan çıkarabileceğimiz anlam şudur; Tarih kendi
hegemonyasını kurmalıdır. Bu zorunluluktan felsefe politikaya itilerek
kurtulamayız. Felsefenin politikası ile politikanın felsefesi aynı şeye tekabül
etmez: Biri örtülü düşünce, diğeri açık mücadeledir.
Felsefedeki kavga ise onun var oluş koşullarında ve
varsayımlarındadır. Sorun, hangi felsefenin uygun olduğundan yola çıkarak
değil, varsayımları tartışılarak çözülebilir. Felsefenin "sorununu"
çözmesi, öyleyse, kendisini çözmesidir.
Sınıf bu ilişkinin tek çözücü yanıdır; felsefe
kendi dışından çözülür. İşte bu nedenle Marksizm burjuva düşüncesinden felsefi
değil, bilimsel bir kopuştur; Felsefeden kopuştur.
Demek ki, tanınan bir tek bilimin tarih bilimi
olması boşuna değildir. Marx, tarih bilmecesini çözmüştür: Üstelik onu çözmekle
kalmamış, bu çözümün hangi koşullar altında mümkün olabildiğinin bilincini de
geliştirmiştir. Bu bilinç, sekiz bin yıllık uygarlık tarihinin anahtarıdır, her
ilerlemenin görece bir gerileme anlamına geldiği bu çağın açıklamasıdır. Bu
bilinç uygarlık tarihindeki ilerlemelere rağmen değişmeden kalan ortak özün
ifadesidir. Uygarlık tarihi, sınıflı toplumların tarihidir;bu anlamda da
tarihin tarih öncesine denk düşer. Bütün felsefelerin –eski ve yeni- birbiriyle
çağdaş olmalarının anlamı burada aranmalıdır. Hepsi sınıflı toplumların ürünü
olarak damgalanmıştır.
Marksizm felsefe içinde bir tavır almaz, bu yüzden
Marksizm ne idealisttir, ne de materyalist; O derinlemesine tarihseldir.
Marksizm'de, söylendiği gibi bir eylem felsefesi de yoktur ya da daha doğrusu
"eylem felsefesi" felsefe değildir. Bu tanım bir "yanlış
anlama"dan, felsefenin politikasının, politikanın felsefesi ile
karıştırılmasından kaynaklanır.
Evet, felsefe bir görüş olduğu kadar, bir eylem de
olmuştur; O tarihsel dönemde mümkün olan iş bölümü içinde gerçekleşmiştir. Yani
Kant'ın teorik olarak yaptığı şeyi, Robespierre pratik olarak yapar. Kant'ta
açık olan Robespierre'de örtülü olarak ve tersi varlığını sürdürür.
Robespierre'nin eylemi dünyayı değiştirirken
Kant'ın ki ancak dünyanın yorumunu değişikliğe uğratabilir. Felsefenin dünyayı
değişikliğe uğratması dışarıda bir güç ile birleşmesiyle mümkündür. Bu güç
Robespierre'de olabilir, işçi sınıfı da. Evet bir birleşme; Ortadan kalkmak
üzere bir birleşme: "Felsefe, proletaryayı ortadan kaldırmadan
gerçekleşemez, proletarya, felsefeyi gerçekleştirmeden ortadan kalkamaz"
sözünün anlamı budur. Tarih öncesinin sınıfı proletarya, tarih öncesinin
bilinci olan felsefeyle ancak bir ölüm evliliği yapabilir. Bu ölüm, gelecek
olanı doğurmak içindir. Felsefe de, proletarya da tarihin doğduğu koşulları
hazırlar; Tarihin başlamasıyla birlikte bu modern teoloji ve bu modern sınıf
işlevini yitirir.
Ödünç
dil
Borç budur; Borç tarihin borcudur; Tarih kendi
gerçeğini felsefeden ve proletaryadan ödünç almıştır. Felsefe ona hem
"sistemler labirenti dışındaki yolu" göstermiş, hem de soyutlama
yeteneğini kazandırmıştır. Yalnızca bunlar değil, felsefe, tarihe kendi dilini
de ödünç bırakmıştır. Bu yüzden tarih, felsefeden aldığı ödünç dille konuşur.
Marx'ın, Hegel ve Smith, Lenin'in ise Kautsky ve Plehanov'a yaptığı atıfların
anlamı budur.
Ancak, tarih bu borcu ödemelidir. Tarih bu borcu
ödemeli ve ödünç aldığı dili, kendi diliyle değiştirmelidir.
Öyleyse aralarındaki gerçek –istenirse tarihsel
ilişki de denilebilir- şudur; Tarih felsefeden çıkmıştır. Engels bu ilişkiyi,
tarihle felsefe arasındaki ilişkiyi şöyle anlatır:
"Hegel'in düşünce tarzını bütün öteki
filozofların düşünce tarzından ayırt eden şey, bu düşünce tarzının temelini
oluşturan o muazzam tarihsel anlamdı. Biçim ne kadar soyut ve ne kadar
idealistçe olursa olsun, düşüncenin geliştirilmesi, gene de her zaman dünya
tarihinin gelişmesine paralel düşüyordu ve bu dünya tarihi, sorunun tam özünü
ifade etmek gerekirse, onun düşüncesinin mihenk taşı olmalıdır.
Böylelikle tam ve doğru ilişki, tersine, baş aşağı
döndürülüyorsa da, bu düşüncenin gerçek içeriği, gene de felsefenin bütün
alanlarına nüfuz edebiliyordu ve üstelik Hegel'i kendi tilmizlerinden ayıran
bir şey de, onun bütün çağların en bilgin kafalarından birini taşımasına
karşılık, berikilerin bilgisizlikleriyle göze çarpmalarıydı. Tarihte bir iç
gelişme zincirleme bir iç bağlantı olduğunu tanıtlamayı deneyen ilk adam
Hegel'dir ve onun tarih felsefesindeki bir çok şey, bugün bize ne kadar tuhaf
gelirse gelsin, onu izleyenleri, hatta, ondan sonra tarih üzerine genel
muhakemeler yürütmeye kalkanları kendisiyle kıyasladığımızda, temel anlayışının
yüce niteliği bugün de hayranlığa layıktır. Phenomenologie'sinde, Estetik'inde,
Felsefe Tarihi'nde, her yere tarihin bu yüce anlayışı girer ve her yerde konu,
tarihsel tarzda,soyut olarak baş aşağı edilmiş olsa da, tarih ile belirli
ilişkisi içinde incelenir. Büyük yankıları olan bu tarih anlayışı, yeni
materyalist görüş tarzının doğrudan doğruya teorik ön koşulu oldu. Ve
böylelikle mantık yöntemi için de bir hareket noktası oluşturdu."(4)
Öyleyse, özünde bir "Alman İdeolojisi"
olan felsefe ile olan hesaplaşmanın alt başlığını yeniden hatırlayalım: En son
temsilcileri Feuerbach, B.Bauer ve Stimer'in Kişiliğinde Alman Felsefesinin ve
Bu Farklı Yalvaçlarının Kişiliğinde Alman Sosyalizminin Eleştirisi. "Evet,
gerçekliğin kendisini göstermesiyle, bağımsız felsefe ortamını yitirir."
Üstelik, kendini gösteren gerçeklik felsefeye de kendi bağımlılıkları içinde
yeniden bakmayı zorunlu kılar. Marx ,Hegel ile Feuerbach arasında, felsefe
içinde aldıkları tavra göre bir seçim yapmaz. İdealist Hegel'deki tarihsel
tarza karşılık, Feuerbach eski felsefeye bir geri dönüştür.
"Feuerbach" der Marx, "materyalist olduğu ölçüde hiçbir zaman
tarihi işe karıştırmıyor ve ne kadar tarihi hesaba katarsa o kadar materyalist
değildir."
Bir tek
tarih
Evet, Marx; Hegel ve Smith'in diliyle konuşur, ama
onu aynı dille anlayabileceğimiz anlamına gelmez bu; Marx'ı Marx'ın diliyle
"okumak" gerekir. Bu, bu kurala uygun yapılmadığı sürece teoriden
kapı dışarı edilen Hegel ve Smith için baca açıktır. Bu açıklık nedeniyle,
"gerçekliğin kendini göstermesine rağmen" yerle bir edilen Alman
İdeolojisi, tarihle bulaştırılmış olarak, tarihselcilik adı altında bacadan
girer. Artık "boş laf'tan oluşan yükünü önemli ölçüde atmıştır,
muhataplarına daha esaslı görünür. Tarihselcilik Kant'ın işaret ettiği ölçüyü
bulmuş gibidir.
"Felsefe – felsefe tarihi- insanın kendisinin
bilincidir; ama bu öz bilinç, insanın gerçeklikte düpedüz tarih olan bir öz
üretiminden ayrılmaz. Tarih insan tarafından yapılmış ve kavranmıştır; ve
kendini bu üretmesinden insan bilincinin kendi praksisine nasıl bağlandığını da
söylememiz gerekecektir.Demek ki, felsefe bilinçtir ama herhangi bir bilinç
değil; kendinin kendi tarafından bu üretilmesinin kavranmasından başka bir şey
olmayacaktır: felsefe tarih bilimiyle özdeşleşir; ve böylece bizde Marksizmin
felsefesinin "tarihselcilik" olarak tanınmasıyla yeniden karşılaşırız."(5)
Gramsci'de bu aktarmayı yapan Texier,
"felsefeyle tarih yazımının bu özdeşleştirilmesinin, geleneksel olarak
'felsefe ve tarih' yazımı diye adlandırdığımız entelektüel çalışmada özgül
olarak felsefi neyin bulunduğunu sorabiliriz" diyor ve bu soruyu şöyle
cevaplandırıyor: "...felsefeyle tarih yazımının birliğinin, onların
ayrılıklarını dıştaladığını ama farklılıklarını dıştalamadığını anımsamak
gerekir."(6) İşte, yeni felsefe
budur; ayrı olmamakla, bir başka şeyle özdeşleşmiş olmakla birlikte farklı
olan, farklılığını koruyan felsefe. Görüldüğü gibi, artık adını bile tarihten
ödünç alan –tarihselcilik- bu felsefe her koşulda sürdürebilmektedir.
Daha bir inceltilmiştir; tarihselciliğin felsefesi
tarihte değil, "ekinde" temsil edilmektedir.
"Tarihselcilik", ona bunları tarihin kendisinde araştırıp bulma
zorunluluğunu yüklememektedir; Burada da tıpkı diğerlerinde olduğu gibi
"tarihsellik" felsefi ideolojiden alınıp, tarihe sokulmaktadır. Bu
durumda, tarihin felsefe olarak görünmesi kaçınılmazdır; tarihselcilik budur.
Tarih, bir bilim olarak tarih, tıpkı felsefede
olduğu gibi tarihselcilik adı altında bir "Alman İdeolojisi" olarak
felsefi okullar arasındaki yerini almıştır. Bir felsefe olarak tarihselcilik,
Almanya'nın dışında bütün dünyada, pozitivizmin tartışılmaz bir egemenlik
kurduğu 19. yüzyıldan bu yana, yalnızca orada kendine bir yaşam alanı bulmuş ve
pozitivizmin gözden düşeceği günü beklemiştir. Bu okul, alman tarih Okuludur ve
Berlin üniversitesi Profesörü Dilthey'dir. Evet tarih, ama bir felsefe olarak
tarih. Burada da karşımıza bir "Alman İcadı"nın çıkması kesinlikle
rastlantı değildir. O hikmetinden sual olmaz Alman İdeolojisi hala varlığını
sürdürmektedir ve Hegel'den sonra olması gerektiği yerdedir. Artık, Alman
İdeolojisinin sihrine kapılanların
tarihi bir felsefe olarak algılamaktan başka çaresi yoktur. Burada, bir
ideoloji olarak Alman felsefesinin kendi içinde aşılmasından sonra, geriye
kalanın Alman Tarih Okulu olarak ya da tarihin gerçek bir kalıntısı olarak
varlığını sürdürdüğünü görebiliriz. Almanya'da bir bilim olarak ekonomi
politiği imkansız kılan koşullar, artık felsefe için de olanak bırakmamaktadır.
Almanya kendi devrimini unutmuştur.
Tarihselcilik, felsefenin kısmi olarak aşılmasıdır;
dolayısıyla "Almanya'nın baştan başa devrim yapmadan devrim
yapamayacağı" kehanetinin felsefi alanda somutlanmasıdır.
Tarih ile felsefe arasındaki en can alıcı sorun
budur ve bu sorunu çözmek ancak felsefenin kısmi olarak aşılmasından kurtulmak
koşuluyla mümkündür. Tekrar; "Bilimde, bağımlılığın hiçbir biçimi, bütün
bağımlılık biçimleri kırılmadan kalkamaz. Tıpkı Almanya gibi işlerin sonuna
kadar giden Marksizm baştan başa devrim yapmadan devrim yapamaz."(7) Kendi
devrimine direnen Almanya'nın ideolojisinde bir devrim yapması mümkün değildir.
Artık felsefenin aşılması dünyevi bir iştir ve bu
iş dahi filozoflar değil, yalnızca proletarya sonuna kadar götürebilir. Bir
tekrar daha; "Biz , insanların dünyevi meselelerini, teolojik meseleler
olarak görmüyoruz. Tersine, teolojik meseleleri dünyevi meseleler olarak
görüyoruz. Tarih, şimdiye kadar, hep kör inançlarla yorumlandı; biz kör
inançları tarihle yorumluyoruz."(8) Evet, kurtuluş tarihsel bir olgudur,
zihinsel bir iş değildir ve Almanya bir
kez daha kurtuluşu zihinsel bir iş olarak tarif etmeye çalışmaktadır.
Felsefenin aşılması burada soyut insan inanışının
aşılmasıdır; Dolayısıyla onun gerçekleşmesinin genel ve soyut
"insanlığa" değil, etten ve kemikten oluşan proleter sınıfa
bırakılması boşuna değildir, proletarya soyut insan inanışı gibi zihinden
çıkmaz, o gerçek insanların tarihsel gelişmelerinin ürünüdür. Bu yüzden, Marx
ve Engels, soyut insan inanışını gerçek insanların ve onların tarihsel
gelişmelerin bilimi ile değiştirmiştir.
Tarihselliğin anlamı budur; "Bu anlayış tarih
alanında felsefeye son vermiştir, tıpkı diyalektik doğa anlayışının da her
çeşit doğa felsefesini gereksiz olduğu kadar olanaksız kılması gibi. Her
alanda, artık, kafasında bir takım zincirlenişler kurup tasarlamak değil ama
onları olayların içinde bulup çıkarmak söz konusudur. Böyle yapılınca, doğadan
ve tarihten sökülüp atılan felsefeye ancak salt düşünce alanı, demek ki,
düşünme sürecinin kendi yasalarının öğretisi, yani mantık ve diyalektik
kalıyor, o da salt düşünce alanının hala varlığını sürdürmesi
ölçüsünde."(9)
Demek ki, Marksizm, Antik Çağdan bu yana süre gelen
felsefe-tarih çelişkisini uzlaştırmıyor; tam tersine tarihi bir bilim haline
getirerek aşıyor. İşte bu yüzden, Marksizm'de bir tarih felsefesi yoktur; O,
felsefeden, felsefi ideolojiden ödünçlenmeyi değil, tarihin kendisinde
araştırıp bulmayı önerir. Tarih böylece felsefenin ve teolojinin egemenliğinden
kurtulur. Ancak bu, tarihin Marks'a kadar teolojinin ve felsefenin yedeğinde,
bir tarih teolojisi ve tarih felsefesi olarak var olduğu gerçeğini
unutturmamalıdır. Hegel'de Marks'ı heyecanlandıran şey yalnızca felsefe değil,
tarihtir. Buna karşılık çıkış noktası tarih olan Hegel felsefesi bütün
ihtişamına karşılık teolojik dogmaları aşamamıştır.
Alman İdeolojisi'nin Hegel'den sonraki evrim ise
felsefeye saplanıp kalmakla sonuçlanmıştır. Marx onun bu evrimini şöyle
anlatır: "Strauss, Bauer, Stirner, Feuerbach, felsefe alanından
ayrılmadıkları ölçüde Hegelci felsefenin uzantısı olurlar. Strauss, İsa'nın
yaşamı ve Dogmatikten sonra artık yalnız felsefi yazına çalıştı ve Rennavari
bir din tarihi yazdı; Bauer, ancak tarih alanında, Hıristiyanlık kökenli bir
şey, ama aslında kayda değer bir şey yapmayı başardı; Stirner yalnızca ilgi
çekici bir tip olarak kaldı: hatta Bakunin, onu Proudhon ile malgamalayıp bu
malgamalamaya da "anarşizm" adını verdikten sonra bile; yalnız
Feuerbach filozof olarak dikkate değer kaldı. Ama yalnız bütün özel birimlerin
üzerinde duran ve onlardan bir bireşim meydana getiren sözde bilimlerin bilimi
felsefe, onun için aşılmaz bir engel, dokunulmaz kapalı kutu olarak kalmadı; O kendisi de filozof
olarak yolun ortasında durdu ve aşağıda materyalist, yukarıda idealist oldu;
Eleştiri ile Hegel'i başından atıp kurtulmayı bilemedi ama düpedüz işe yaramaz
diye bir yana attı, oysa kendisi, Hegel sisteminin ansiklopedik zenginliğine
karşı şişirilmiş bir sevgi dininden zavallı ve güçsüz bir ahlaktan başka olumlu
bir şey gerçekleştiremiyordu."(10)
Marx tarihin şafağıdır.
Şimdi ışık, biraz daha ışık!
NOTLAR
1-Immanuel Kant. Gelecekte Bilim Olarak Ortaya
Çıkabilecek Her Metafiziğe Prolegomena, Çev: Ionna Kuçuradi, Yusuf Örnek,
Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara1983. s.4.
2-Hans Reichbach. Bilimsel Felsefenin Doğuşu. Çev.
Cemal Yıldırım, Remzi, İstanbul1993, s.84.
3-H.Reichbach, A.g.e, s.87.
4-Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı,
Çev. Sevim Belli, Sol, Ankara 1979, s.36-37.
5-Jacquez Texier, Gramsci ve Felsefe, Çev.: Kenan
Somer, Birey ve Toplum, Ankara 1985, s.6.
6-Texier, A.g.e. s.12.
7-Karl Marx- F. Engels, Felsefe İncelemeleri, Çev.
Sevim Belli, Sol, Ankara 1979, s. 64.
8-Marx- Engels, A.g.e. s.43-44
9-Orhan Gökdemir, İnsan ve Doğa- Ölen Bir İdeoloji
Üzerine İncelemeler, Ataol, İstanbul 1994, s.193.
10-Karl Marx, Yahudi Meselesi, Çev.: Niyazi Berkes,
Sol, Ankara1968, s.19.
0 yorum :: MODERN TEOLOJİ OLARAK FELSEFE
Yorum Gönder