Göktuğ Halis
Yunan'ı
Yeniden Biçimlemek
Antik Yunan Medeniyeti,
tartışılmaz bir ihtişama sahiptir modern insanın zihninde. Doğrudan kendimizden
biliyoruz bunu, genellemelere, teorilere, araştırmalara girişmeye gerek yok...
Demokrasinin, felsefenin, bilimin ve tarihin "kaynağı” (?) olarak Yunan'a
tutulan alkışlara eşlik ettiğimiz zamanlar niceydi nitekim.
Haksız da değildik, benzer
şekilde tepki veren çokları gibi. Zira gözlerimizin önünde Hesiodos ve
Homeros'un evrenin yaratılışına ilişkin şiirlerinden, Thales, Anaksimenes ve
Anaksimandros'un "temel ilke öğretileriyle" mitolojiden kopan insan
düşüncesinin "ilk felsefi" dizgelerine ulaşmıştık daha ilk dönem
okumalarımızda.
Soğuktan buruşmuş
davetiyesinin büyüsüne kapılıp burnumuz sızlaya sızlaya daldığımız
"Mitoloji" seminerinin Yunan'dan başlamasından rahatsız olmadığımız
zamanlardı bunlar. "Değişenin arkasında değişmeden kalanı" saptamaya
yönelmiş doğa filozoflarının açtığını sandığımız kapıdan giren onlarca filozofun
batılı oluşunun, doğulu olduğu açıkça belli olanlarının ise batılılaştırılışına
gücenmediğimiz zamanlar... "Mezopotamya'da matematik parmak hesabından öte
değildi", ya da "Mısır insanı felsefi düşünceye yatkın değildi"
şeklindeki söylemlere takılmamıştık.
Oradan Pythagoras'ın
matematikle harmanladığı müthiş felsefi yapısına, Parmenides ve Herakleitos'a,
daha da ilerlediğimizde, Demokritos, Anaxagoras ve Sofistlere uzanan muhteşem
bir tarihin beşiğiydi Yunan... Etiğiyle Sokrates'ten, tüm Ortaçağ'ı hallaç
pamuğu gibi atan fikirlerin sahipleri, Platon ve Aristoteles'ten hiç bahsetmeye
bile gerek yok...
Yazının devamı için burayı tıklayınız
Yazının devamı için burayı tıklayınız
Yunan gerçekten de birçok
bakımda eşsizdir. Köleci sosyo-ekonomisine karşın sürdürdüğü demokrasi ve
felsefi-bilimsel dizgelerdeki çatının yüksekliği modern dünyanın insanını
kaçınılmazcasına büyülemiştir. Söylediğim gibi, haksızlık yoktur bu noktada.
Haksızlık başka bir noktadadır. Yunan'ı anlatırken kökenlerini anlatmak noktasında çekincede ve çekincenin ideolojik kökenlerindedir.
Yaptığı açılımları,
sürdürdüğü savunuları bilinen tarihsel gerçeklere ve olgulara hiç de uymayan,
buna rağmen tüm dünya düzleminde azımsanamayacak bir yaygınlığa ve içsel kabule
ulaşmış bir ideoloji olarak Avrupa-merkezciliğe yönelmiş eleştirilere ve bu
eleştirilerin dikkat çektiği "çarpıtmalara" gelmeden çok önce
hissedilir rahatsızlık. Öyle derinlemesine incelemeye gerek yoktur. Batı
dünyasının kendi biçimlediği hikaye, açıkça kendi içinde çelişkilidir....
Atina'da nüfusun en
kalabalık olduğu dönem içinde 50 bine ulaşmayan özgür yurttaş karşısında, 100
bine merdiven dayamış köle nüfusunun olduğu yerde "demokrasi" nasıl
olabilir diye düşünmeyin. Söz konusu "Yunan" ise olur; bu demokrasiye
de modern dünyada alkış tutulur.
Diğer taraftan, o saygı
duyulan isimlerin özel yaşam hikayelerinde de saklanan bir takım şeyler vardır,
hissederiz.
Sokrates'in "Bildiğim
tek birşey vardır ki, o da hiçbir şey bilmediğimdir" şeklinde formüle
ettiği bilgeliğinin övgüsü kadar yaygın değildir örneğin, bu büyük filozofun
demokrasi yandaşları tarafından "baldıran zehiriyle"
öldürülmesi... Sokrates'in
"gençlerin aklını zehirlediği ve onları Tanrıların olmadığına
inandırmaya" çalıştığı şeklindeki resmi sunum, dikkatli gözlerin
kaçırmayacağı gibi safsatadan ibarettir. "Savunmasından" anladığımız
biçimiyle Sokrates, Tanrılara inancını güçlü bir biçimde korumaktadır. Örneğin,
"Ölümün mü" der, "yoksa yaşamanın mı kötü olduğunu yalnızca
Tanrılar bilir..." Sokrates'i ne yaptığını bilmeyen, iyi niyetli ama
"metafizik bir alık" düzeyine indirgemekten de çekinmez Batılı sunum.
O, hiç de eylemlerinin aslında Aristokrasi yandaşlığı şeklinde yorumlanacağını
bilmiyor değildir. Düşünürün temel problemi toplumdaki yozlaşmadır...
Toplumdaki yozlaşma, siyasal anlamda "demokrasinin" sonucudur.
Demokrasi, aristokratik bir yapının özlemini duyan, "kahramanlık
çağlarının" hikayeleriyle büyümüş çok sayıda özgür Yunanlı gibi Sokrates
için de sorunlu bir yapıdır. Yozlaşmanın çeşitli toplumsal fenomenleri bir
tarafa Sokrates kararını açıkça da vermiş gözükmekte, hedef göstermekten de çekinmemektedir.
Ona göre, bu yozlaşma paranın sözünün geçtiği bir düzen yaratan ve paraya sahip
olarak onu yönlendiren sınıf olarak "tüccar" sınıfının eseridir.
Kısa süreli bir
anti-demokratik darbe döneminin ardından "demokrasi" yeniden
uygulanmaya başladığında Sokrates'in, bu ara dönemde de muhalefetini sürdürdüğü
şeklindeki vurgular, "demokrasi gibi" modern kapitalizmin asal
övünçlerinden birisine karşıt bir "başaktör" tablosundansa,
"hiçbir toplum düzenine uyum sağlayamayan aşkın bir düşünür" imajını
çizmeye çalışdığı oranda, tarihsel olarak yanılgılara celbeder çağdaş okuru.
Bu, hem Sokrates'i anlamamak demektir, diğer taraftan onun dahi hoşuna
gitmeyecek "saçma bir Sokrates" tablosu yaratmaktadır.
Sokrates, anti-demokratik
fikirleri ve eylemleri nedeniyle, demokrasi yandaşları tarafından
öldürülmüştür.
Ama yaratır Modern
dünya... Modern bilim yaşamın yeniden üretilmesi üzerine düşünsün ve
araştırmalarını hızlandıradursun, "batı medeniyeti farklı disiplinlerde
yeniden yaratma denemelerine girişeli uzun zaman olmuştur. Yaratmak, ilginç bir
kavramdır... Yoktan varetmekle yer değiştirir zaman zaman ki, Tanrısal bir edim
olarak yorumlanır çoğu zaman.Öyleki "batı kendi tarihini yazarken
'yaratmış mıdır' yoksa 'yeniden mi biçimlemiştir’ karar vermek gerçekten zordur.
Zira Batı, kendi tarihini biçimlerken o kadar çok toplumsal ve ekonomik unsuru
yok saymıştır ki, tüm yararlandıklarına karşın "yok saydıklarının"
ortaya ucube bir sorun koyduğu açıktır.
Platon'un o şaheser
"özgün" fikirlerini tartışa tartışa geçirdiği zaman Ortaçağ batı
dünyasının önemli bir dönemini kapsar. Hıristiyan Roma, yayınladığı ferman ile
pagan fikir ve inanışları yasakladığı andan itibaren felsefe, Tanrı'nın
mantıksal ispatına ve bilim çalışmaları da Kutsal Kitap çerçevesine
sığdırıldığı oranda, Eski Ahid teolojisine yakın fikirleriyle Platon istisnai
bir tavırla karşılaşmıştır. Hıristiyan Ortaçağ'ın ilk dönemlerinin en popüler
filozofudur. Diğer taraftan gerçek, Platon'un yanlış anlaşılması ya da tipik
batı tutumunun erken örneği olarak düşünürün çarpıtılışı bulunmaktadır. Platon,
tüm Ortaçağ boyunca Eski Ahid'i okuduğundan şüphe edilen bir düşünürdür.
Felsefesindeki düalist yapı ve "idealar alemi" bu koşutluğu vurgular.
Ayrıca Hristiyanlığın ruh-beden ayrımı ve "göksel krallık" vurguları
Platon'da da takip edilebilir. Buna karşın felsefesinin kökeni, Hristiyanlığın ilk dönemlerinde acımasızca mücadele ettiği çok sayıda akımın kökenidir. Burası
MISIR'dır.
Platon'un yaşam öyküsünde
Sokrates'in öldürülüşü kritik bir dönemeçtir. Demokrasi yandaşlarının,
"dünyanın en bilge insanını" acımasızca öldürdüğünü görmüştür.
Öğretmenine karşı güçlü bir sevgi besleyen Platon, demokrasiye karşı nefretini,
alternatif bir yönetim biçimi tasarlayarak ortaya koymuştur. Platon
"Devlet" isimli yapıtında, yönetimin "bilge kişilerin"
elinde olması gerektiğini önermiş ve demokrasinin yozlaşma getirdiği şeklindeki
Sokratesçi savunuyu ileri adıma taşımıştır.
Kuşkusuz "bilge
kişilerin" yönetimi fikri ne Platon'a, ne de çoğu Felsefe Tarihi
kitaplarında anlatıldığı şekliyle "Yunan'a özgüdür", bu fikir
"Mısırlıdır". Platon kendi çağdaşları gibi, güçlü bir Mısır
hayranlığı taşımaktadır. Bu bir tarafa Mısır'a gitmiş ve orada Mısırlı
rahiplerden ders almıştır. Mısır'ın eskiliği ve yüceliği yalnızca Platon'da
değil, çoğu Antik Yunan metninde kabul edilmiş gözükmektedir. Yıkılmaz, devasa
bir Tanrı-kral yönetimiyle Yunanlının tüm milliyetçi duygularına karşın,
Mısır'a hakettiği değer her zaman verilmiştir Yunan yarımadasında. Sınıf
savaşımlarının toplumsal dokuyu her an değiştirme ihtimalinin söz konusu olduğu
ve bu değişim süreçlerinin dünyanın en bilge insanını öldürmeye varacak
tutumlar sergileyebildiği bir kurgunun karşısında Mısır, bir
"muhteşemlik" ve istikrar abidesi gibidir...
Yunanlı Mısır'a saygı
duyarken, modern insan Yunan'a saygı duymaktadır. Ne ironi...
Tüm bu koşutluklar yakında
incelendiğinde "çarpıtmanın" acı yüzü beliriverir karşımızda. Ne
Platon'un fikirlerinin kökeni Eski Ahid'dir, ne de düşünürün, görünürdeki
benzerliklerden hareketle Eski Ahid'i okuduğundan şüphe edilebilir. Platon'un
felsefi dizgesi Mısır kaynaklıdır... Tıpkı felsefesiyle koşutluğunu aradığımız
Hıristiyanlık gibi... Her iki felsefi yapı da, Mısır dininin artık çökmeye yüz
tuttuğu dönemlerde "Thot kültüne" kadar izlerini sürebileceğimiz
Hermesçi metinlere dayanır. Özellikle Mısır dininin çökmeye yüz tuttuğu dönem
içerisinde, Hıristiyan düşünürlerin Mısır dinini bir felsefe haline getirerek
ana dine eklemlediği açıktır. "Tanrı'dan önce söz vardı" saptamasının
Thot teolojisindeki içeriği bunu doğrulamaktadır.
"Hıristiyanlık
felsefesi, Mısır dininden mi beslenir?"... Elbette zordur kabul etmek...
Afrika kökenli bir dine inanmak, Batı'nın burnu büyüklüğünün kaldıramayacağı
bir şeydir. Bunu anlarız da, anlayamayacağımız, Hermesci metinlerin "tarihlendirilmesi"
sürecinde yapılan tahrifattır... Ne olursa olsun bugün, Hermesçi metinlerin
M.Ö. VI. y.y. ile M.S. II. yüzyıl arasına tarihlendiği, buna karşın bu
metinlerin, M.Ö. III. bin yıla dek uzanan kadim bilgeliğe ilişkin olduğu
bilinmektedir.
Mısır'la
mücadelenin erken tarihi
XIX. yüzyılda kendisine
yeni bir tarih isteyen Batı dünyası, Afrika kökenlerini reddetmeye azmettiği
zamanlarda oluşturduğu tarihin gerçek olgulara uymadığını anladığı oranda,
olguların çarpıtılması yöntemini benimserken, adi bir dünyevi çıkar umudunun
peşinden gitmekteydi. Sömürgeci dünyanın etkin öznelerinin, doğuştan gelen
gücünün vurgulanması...
Biz ne düşünürsek
düşünelim, Antik Yunan'da çok sayıda yazar, ülkenin Mısır ve Fenikeli
kolonistlerin etkisini taşıdığını kabul etmekteydi. Süreç içerisinde oluşan
"Yunanlıların olayları biraz yanlış anladığı ya da hata yaptığı
şeklindeki" yorumları da hep beraber gülelim diye hatırlatıyorum.
Thebai kentinin Fenikeli
kolonicilerce kurulduğu, Atina ve diğer Yunan kentlerindeki Mısır koloniyal
etkisinin doğrulandığı çok sayıda Antik Yunan kaynağı vardır. Aiskhylos'un
"Yalvarıcılar" isimli oyununundan Platon'un "Timaios"
isimli yapıtına kadar çok sayıda metin, Mısır etkisini doğrularken üstü örtük
bir Yunan kibrinin de dolandığı bir içsel dengeleme çabalarını yansıtır.
Elbette kendilerini ayrıcalıklı gören Yunanlıların, kolonileştirme çabasının
ürünü olduğu şeklindeki anlatılardan rencide olmamaması pek mümkün değil
gibidir. Buna karşın dönem efsaneleri, Yunan kültürünü Mısır karşısında aşağı bir
konuma yerleştirmekten geri kalmadığı oranda, kabul görmektedir.
Tüm bunlar bir tarafa
Yunan dini de büyük oranda Mısırlıydı. Yunan Tanrıları'ndan, tapınım
törenlerine çok sayıda unsur açıkça Mısır'ı işaret ediyordu. M.Ö. V. yüzyıldan
Mısır dininin çöktüğü M.S. II. yüzyıla dek, Yunan ve Roma'da tapınımlar, Mısır
isimli tanrılara ve Mısırlı törenlerle yürütülmüştü.
Hıristiyanlığın ilk
yıllarında da "kilise babaları" bu yapıyı doğrulamaktaydı. Onlara
göre de Yunanlılar felsefelerinin büyük kısmını Mısırlılardan öğrenmişti. Ancak
Mısır üzerinde Mezopotamya ya da İran etkisinin de hesaba katılması gerektiğini
vurguluyorlardı. Diğer taraftan konu Hıristiyanlık üzerindeki Mısır etkisi
sorununa geldiğinde çok daha büyük bir dikkat gerektirmekteydi.
Hıristiyanlığın ilk
dönemleri bu bağlamda, gnostisizm başta olmak üzere Mısır kaynaklı felsefelerle
yürütülen kanlı mücadeleleri doğurduğu ölçüde hareketliydi. Kilise'nin ilk
düşmanı "gnostikler" azımsanamayacak bir sorun oluşturmaktaydı
yerleşmeye çalışan dini dokuya. Gnostisizm, Hermesçi bir yapı oluşturduğu
ölçüde "iki katmanlı bir felsefeydi". Vecd haline gelmiş bilge kişi
veya kişilerin Tanrı ile iletişime geçebildiği düşünülürdü.
"Gnosis-bilgi" peşinde koşan ve gerçek bir "uhrevi" sınıfı
izleyen geniş "Müridler" kitlesi içinse bambaşka bir dini yaşam ve
son öngörülüyordu. Tanrıyla iletişimin, bir diğer ifadeyle "gnosisin"
mümkün olduğu koşullarda da Hıristiyan Kilisesi gibi ayrıcalıklı sınıflara
gerek kalmayışı bir tarafa "gnostikler" Hıristiyanlığın kurumsallaşmasını
şiddetli bir şekilde eleştiriyordu. Kısa sürede zenginleşen bir "din
adamları sınıfına öfkeli" karşı çıkışlarıyla kısa sürede büyük bir destek
almışlardı. Gnostisizm, Hıristiyanlığın sınırlı "düalizminin" yerine
keskin bir anlayışı yerleştirdiğinde ise "antagonist bir felsefi"
yapı sunmuştu. İsa'ya saygı duymakla birlikte, havarilerin kurdukları dünya,
ruhani dünyanın keskin bir karşıtlığı olarak hüküm süren maddi dünyaya ilişkin
bir uzanım içerdiği için, kötücül bir karakter taşıdığı savunuları doğrudan
savaşımı kaçınılmaz kılan boyutlar taşımaktaydı. Gnostiklere göre yapılması
gereken "eskatik" yaşam ve sonsuz bir içe kapanmayla ilgiliydi.
Tüm bu deneyimlerinden
ders çıkaran Kilise babaları Mısır dinini, felsefi bir dizge haline getirdi.
Mısır Tanrısı Thot'un felsefi dizge içinde öne çıkan figürü, Hermes
Trismegistos üzerine çalışmalar sürdürdü. Temel problem Hermes'in yaşı ile
ilgiliydı. Elbette, kendilerini Eski Ahid geleneğine bağlayan Hıristiyanlık
için kritik unsur Musa'dı ki, Hermes Tanrı'nın bilge bir kulu olarak
tanımlanırken yaşının Musa'nınkine eşit olmaması gerektiği üzerinde duruldu.
Görüldüğü gibi bu noktada, tarihsel gerçeklik ve doğruluk arayışından çok
"dini bütünlük açısından olması gerekenler" zorlanmaktaydı. Örneğin
Aziz Augustinius Musa'nın ve Kitab-i Mukaddes'in Hermes'ten daha eski olduğunu
vurgulamıştı.
Tüm ortaçağ boyunca,
Kitab-ı Mukaddes dışında kalan felsefe ve bilginin kurucusu olarak Hermes ile
mücadelesini Kilise, ilerlemeci mantığın esamesinin okunmadığı zamanlarda,
prestiji "eski" olana bağlayarak sürdürmekteydi. Kayıp Mısır
bilgeliğinin simgesi haline gelen Hermesçi fikirlere karşı Kilise, daima
mesafesini korumakla birlikte, Cathar seferinde olduğu gibi yeri geldiğinde
acımasız yöntemler kullanmaktan da geri kalmamıştı..
Mısır'ın
Yeniden Doğuşu
Hermes, Ortaçağ'ın feodal
unsurlarla anlamlanan tarihsel döneminin ardından, temel amacı "ilk
olanı" bulmak, ya da "kaynağı" anlamak olan Rönesans dönemi
düşünürünün inceleme alanına kaçınılmaz olarak girdi. Bu dönemde kadim bilgeliğin
merkezi olarak görülen Mısırlı tutkulu bir biçimde incelenmeye ve araştırılmaya
başlandı. Yunan kültürüne ise Rönesans'ta, "Mısır bilgeliğinin aktarıcısı
ve taşıyıcısı" olarak değer veriliyordu. Ancak Yunan'a duyulan saygı,
Mısır ile kıyaslanabilir düzeyde bile değildi.
Mısır'a yönelmiş ilgi çok
sayıda Rönesans düşünürünün araştırmalarında can bulmuştu. Paracelsus'un
"kayıp Hermetik" bilgiye ulaşmayı amaçladığı neredeyse kesindi. Rönesans'ın en önemli karakterlerinden Cosimo
di Medici Hermesci Metinlerin Latince çevirilerinin büyük bir kısmını
bulmuş, XV. yüzyılın ikinci yarısında
Floransa'daki sarayına getirtmiş ve çeviri sürecine ön ayak olmuştu. Bilim
alanında da Hermesçi fikirlerin etkisi kendisini alabildiğine hissettirdi. Çok
sayıda Hermes metninde "yer merkezli" evren tablosu varolsada, az
sayıdaki güneş merkezli yorumun Copernicus'u etkilediği görüldü. Matematiği
büyük oranda "İslam bilimine" dayanan Copernicus, Mısır kökenli Güneş
merkezli evren kuramını kabul etti. Kuşkusuz
düşünür Rönesans'ın özgür düşünme ortamından yararlanmış, deneysel
olarak doğrulanmasının imkansız olduğu bir zamanda, "güneşi merkeze"
alan yorumda ısrar etmişti. Ancak Copernicus hayatını tehdit eden böylesi bir
yorumu kişisel duruşundaki kaypaklık sayesinde onarırken, Bruno öncelinden daha
açık sözlü oluşunu yakılmak suretiyle ödedi. Bruno, 1600 yılında ateşe
atılırken, Mısır kökenli "kamutanrıcı" kuramından vazgeçmedi.
Bu yakılmaya rağmen
Mısır, Rönesans ile birlikte hakettiği
saygıyı yüklenmeye devam etti. Rönesans sonrası birkaç yüzyılda da Mısır, tıpkı
Antik Yunan döneminde olduğu gibi büyük bir saygıya muhattap oldu. Tüm XVII. ve
XVIII. yüzyıllar boyunca Mısır'a yönelik incelemeler derinleşti ki bu yapıda,
din savaşlarının açtığı toplumsal yara etkindi. Çok sayıda toplumsal unsur
kendisini tanımlarken Mısır'dan alımlamalar yapmaya başladı. Din savaşlarıyla
sarsılan bir coğrafyada "yeni bir din" desturuyla ortaya çıkan
"Gül-Haç manifestolarının" yüzleri Mısır'a dönüktü. Onlara göre dinin
ve felsefenin kaynağı Mısır'dı. İnsanları içine alan, büyük bir etkiye sahipti
Gül Haçcılar. 1600'lerin sonuna dek de, başta Hermesçilik olmak üzere bu
ilginin devam ettiği görüldü.
Aydınlanma çağı
düşünürleri Hermesçi metinlere daha önceki dönemlerle kıyasla daha az değer
vermiş bulunsa da Mısır'a karşı ilgi duymaya devam etmişti. Aydınlanma düşünürü
için "istikrar" değer kazandığı ölçüde Yunanistan, "skolastik
ile mücadele su yüzüne çıktığı oranda" Hıristiyanlık değer yitirmeye
başladı. Avrupa dışındaki uygarlıklara ilgi gösteren Aydınlanma düşünürlerinin
karşında eşsiz fırsatlar bulunuyordu. MISIR ve Çin... Küçücük bir araştırmayla
Aydınlanmacılar, üstün yazı sistemlerine ve çok daha önemlisi, Platon'un
"Devlet" yapıtında da gördüğümüz, ahlaklı, görev etkin bir erginlenme
sürecinin ardından getirilmiş, eğitilmiş insanlar topluluğu tarafından
yönetilen bu ülkelerin değerini kolaylıkla anlamışlardı. Mantığı dayalı, akılcı
ve batıl inancı reddeden bir yönetim...Ortaçağ'a ve Skolastik Felsefeye yönelik
her eleştiri, er ya da geç Platon ve Aristoteles'i hedef almak zorunda olduğu
ölçüde Mısır'dan yararlanıyordu. Bu yararlanım, Hıristiyanlığın ve Monarşik
yönetimlerin başına çorap örmeye aday fikirleri oluşturdu. Bruno bunlardan
yalnızca birisiydi ve Thomas Hobbes'in atomculuğu, Spinoza'nın kamutanrıcılığı
ortalığı ateşe vermeye başlamıştı. Tartışmaya açılan "maddenin" canlı
olup olmadığıydı ki; canlı bir evren modelinin kökeni Mısır idi. Maddenin canlı
olduğunun kabulü, Tanrı'nın ve onun yeryüzündeki uzanımı "kralın"
rolünü hiçe indirgiyordu. Hareketli madde, kaotikti... Kontrol edilemez,
düzenlenemezdi. Bu haliyle, kendisini biçimleyen bir dengeye sahip doğanın,
Tanrı'ya ve kral'a ihtiyaç duymadığı anlamına gelmekteydi.
Rönesans ve Aydınlanma
dönemlerinin etkin grupları arasında yer alan Masonların Mısır'a ilgisi ise zaten
hiç kesilmemişti. Tüm Ortaçağ boyunca, duvarcı locası kendini Mısır'dan doğmuş
bir sanatın uygulayıcısı ve sırlarının koruyucusu olarak tanımlamaktaydı.
Kuşaktan kuşağa, bir mesleki örgütlenme olarak aktarılan Masonluk, XVIII.
yüzyılın sonlarına doğru "spekülatif masonluk" kurumunun oluşmasıyla
birlikte "kuramsal düzeye daha da yayılan" geniş bir kanal oluşturdu.
Bu yeni kanalın en belirgin özelliği iki katmanlı bir felsefe yaratmış
olmasıydı. Geniş kitleler için batıl inançlara sahip bir din öngören Masonlar,
kendi aydınlanmışları için gerçek Mısır dinine dönüşü amaçlıyordu. Aydınlanma
döneminin hemen hemen tüm düşünürlerinin üye olduğu bir kurum olarak Masonluk
kendi dinini Mısır olarak kabul etmekteydi. Onlara göre zaten dünyanın tüm
dinleri MISIR'dan doğmuştu. Aydınlanma dönemi günümüzdeki resmi anlatılara,
"akılcı" karakteriyle taşınırken, ikincil yönü gözardı edildi:
Mistisizm...
Batı Merkezci kuramda yeri
olmayan verilerden birisiydi Mistisizm... Doğu'ya ait olmalıydı kuşkusuz.
İlerleme,
Irkçılık ve Romantizm
Fransız devrimi sürecinde,
Mısır inanışı Masonluk aracılığıyla Hıristiyanlığa en büyük tarihsel darbesini
indirmiş oldu. Ancak, XVIII. yüzyıl çok geçmeden Hıristiyanlığın yardımına
koşan ve Avrupa'nın kültürel olarak sorgulanmasından rahatsızlık duyan
fikirlerin etkisi kendisini hissettirmeye başladı. Bu sorgulamanın özünde Mısır
vardı ki, XVIII. yüzyılın sonu gelmeden Mısır'a düşmanlık besleyen fikirler
kendisini iyiden iyiye gösterdi. Henüz XVII. yüzyılda Casaubon'un Hermesçi
Metinlerin eskiliği fikrine yönelttiği saldırıyı, Newton izledi. Newton
Mısır'ın kuruluşunu Troya savaşının hemen öncesine çekerek, bu kültürün
değerinin azaltılamasını istemişti. Kuşkusuz Mısır'ı Yunan'a üstün tutsa da,
temel kaygısı Eski Ahid idi ve Hıristiyanlık geleneğinin Mısır'dan daha eski
olduğunu vurgulama ihtiyacı hissetmişti Newton.
Oysaki başlangıçta
Newtonn, Mısır'a büyük saygı duyuyordu. Neo-Platoncu çalışmalar içerisine giren
Newton'un başlangıç dönemlerindeki Mısır saygısı, özellikle Masonluk ve
"Radikal Aydınlanmacılık"etkisiyle ortalığı kasıp kavuran
"İngiliz monarşisi" karşıtı evren ve toplum fikirlerinin korunması
ihtiyacının peşinden gitmişti. Monarşiyi ayakta tutan Tanrısal temelin
sarsılmaya başladığı açıktı. Elbette bu etkinin kökenleri Mısır'dı ve Spinoza
ve Bruno gibi kamutanrıcı düşünürlerce taşınmıştı Avrupa'ya... Bir
"seçkinler yönetiminin" sunduğu perspektif açık bir tehdit gibi
gözüküyordu.
İşte Avrupa-Merkezci
teorilerin günümüze dek uzanan yolculuğunun kökenlerinde bu ideolojik kaygı
yatmaktaydı. Avrupa'nın göbeğinde, Rönesans ve Aydınlanma ile birlikte büyüyen
Mısırlı yönetim biçimlerinin ve dini inanışlarının etkisine karşı,
Hıristiyanlığı ve Monarşiyi koruma kaygısı...
Newton'u eleştirenlere
karşı Casaubon'dan ve Hermesci metinlere yönelik uyguladığı "Metin
eleştiri yöntemlerinden" yararlanan Klasik Filolog Richard Bentley
"Yunan Kaynaklarının eskiliğini" ileri sürerek Mısır bilgeliğini
çürütmeye girişti. Newton'un aksine Yunan ve Hıristiyanlık arasında bir
mücadele birliği kuran Bentley'in açtığı kapı büyüktü ve süreç içinde
Yunan-Hıristiyan birliği Mısır tehlikesinin büyüklüğüne karşı uygulanır hale
geldi. Bu nokta Avrupa-merkezci tarih anlayışının en temel desturlarından
birisi olan "ilerlemecilik" anlayışının kendisini göstermemesi mümkün
değildi. Zira ne kadar çalışılırsa çalışılsın, Yunan'a yönelik araştırmalar ne
kadar derinleştirilirse derinleştirilsin Yunan'ın Mısır'ın eskiliği karşısında
pek bir çaresi yok gibiydi. İlerlemecilik anlayışıyla, toplumsal-tarihsel
düzlemdeki prestif "eski olandan" alınıyordu. "Yeni olan
iyidir" anlayışı çok geçmeden Avrupa ırkçılığı ve romantizm ile birleşti.
Yunan belki Mısır karşısında daha yeniydi ancak, anlaşıldığı kadarıyla,
Mısır'ın eski olan kurum, bilim ve felsefesini, durağanlıktan kurtarıp muhteşem
hale getiren yine bu kültürdü. "Yunan Mısır'dan her ne almışsa, onu
mükemmelleştirmişti..."Öyleyse başarı burada, Avrupa kıtasının beşiğinde
aranmalıydı. Ari ırk ideolojisinin eklemlendiği sonraki yüzyıllarda, Avrupa
insanının ırksal bağlantısı Hindistan üzerine odaklandığı sürece bu güven daha
da arttı. Amerika'nın koloniyal işgali ve Afrikalı zencilerin
köleleştirilmesiyle anlamlı bir dönem, çok daha geniş bir "sömürü"
politikasına gebeydi Avrupa için. İnsanların ırksal sınıflandırılma çalışmalarının
bu dönemde başlaması hiç de şaşırtıcı değildi zira, Avrupa hümanizminin
"kendisi gibi insan olanlara" karşı gerçekleştirdiği bu sömürgeci
muameleyi anlamlandırması gerekmekteydi. Üstün bir ırk ideolojisi, hiyerarşik
bir tablo belirlendiği ölçüde kendisine üstün paye verirken, "çağdaş
dünyanın insanımsılarına" yönelik uygulamaların altı, medeniyet götürme,
medenileştirme gibi safsatalarla doldurulabilirdi. 1770 yılında Göttingen
Üniversitesi'nde Profesör olan Johann Friedrich Blumenbach, ırk sınıflandırmasının
başına "Kafkas Tiplileri" yerleştirdi ve Avrupa insanını bu kanala
bağladı.
Romantizm ise ispattan
yoksun, ideolojik, sözde bilimsel çalışmalara felsefi düzlemde destek vermeye
girişti. Aydınlanma'nın Avrupa'nın başına açtığı bela ve "akılcı"
toplumsal yönetimler vurgusunun dinin ve monarşinin elden gidişine verdiği
destek, aklın eleştirilmesini doğurmuştu. Romantiklere göre akıl yetersizdi ve
üstün olan duygulardı. Elbette bu üstünlük, Mısır ve Çin gibi büyük
imparatorluklar kurmuş yapılarda gözükecek değildi. Duygu, otantik ve yerel
olanda vardı ki, vurgu üstünlüğü yine Yunan'a verip işin içinden çıkıyordu.
Buradan da Aristoteles'in daha önce belirttiği gibi, "yerel iklim ve
coğrafyadan hareketle" oluşmuş üstün insan saptaması tekrarlandı. Avrupa,
uygun toprak ve iklim koşullarından dolayı üstün insan yetiştirmeye
elverişliydi.
İklim ve koşullar ne kadar
uygun olsa da, bu her ırkın aynı koşullarda üstün hale geleceği anlamını
taşımıyordu. Bir ırkın doğuştan gelen niteliklerini hesaba katmak gerekiyordu. Çok
geçmeden "ari ırk ideolojisine" ulaşıldı. İlerlemeci anlayış, Çin ve
Mısır'ın elindeki eskilik ve "istikrar" gibi prestij unsurlarını
alırken, bir ırkın temel özelliğinin kuşaktan kuşağa değişmeden aktarıldığını
kabul etti. Gerçek iletişim, akıl yoluyla gerçekleşen bir şey değil, kan ve
akrabalık ilişkileriyle ortak bir geçmişi paylaşan insanların değişmeden kalan
özellikleri olarak gözüküyordu. "Tüm değişimlerin ortasında değişmeden
kalan'ı" arayan Yunanlı filozoflar, yüzyıllar sonra Avrupalı insanın kendi
ırkına ilişkin yapacakları metafizik övgünün temellerini attıklarını
bilmiyorlardı...
Çin
ve Mısır karşısında HİNDİSTAN
Ne olursa olsun
kendilerini Yunan'a bağlayan bir Avrupalı için, Yunanistan'ın aslında, yerli
Avrupalılar, kolonileştirici Afrikalılar ve Sami istilacıların karışımı olduğu
fikri tahammül edilemezdi. "Saf ve üstün ırkı" arayan ve onu dünyaya
emperyal yayılımına hazırlayan bir kültürün "köken" ihtiyacı için
kullanacak Avrupalı'nın gözleri başka bir noktaya yöneldi. HİNDİSTAN...
Çin ve Mısır'ın, Avrupa
toplumunda giderek yitirdiği saygı, bu ülkeleri gerçek Ari Irk'ın gelişmesi
için gerekli "koza" konumuna indirgedi. Çok sayıda toplumsal unsur ve
bilimsel çaba da bu dokuya hizmet etti. Örneğin, çok değil, bir yüzyıl öncesine
kadar, incelikli ve aydınlanmış bir uygarlık olarak kabul edilen Çin, ekonomik
ilişkilerdeki bozulmalar nedeniye, uyuşturucu, pislik ve işkence dolu bir
toplum haline dönüştürüverildi.
Napoleon'un Mısır seferi
ise Jean Francois Champollion'un Mısır hiyerogliflerini çözümlemesi gibi kayda
değer bir sonuç verdiği oranda, Mısır'ın saygınlığının son bir soluğunun
yaşanmasını dayattı. Ancak onun ölümüyle birlikte Mısır'a saygı ortadan kalktı.
Mısırlılar çok geçmeden, zevk düşkünü, maddiyatçı insanlar olarak kabul gördü.
Bu koşullarda, deri
renginin Çin ve Mısırlıların ırksal yerleşimindeki önemi değer kazandı. Elbette
bu koşullarda "sarı" renkte olduğu kesin olan Çinliler karşısında
Mısırlıların deri renklerinin saptanması zorunluluğu büyük bir sorun olarak
beliriyordu. Ortaçağ ve Rönesans dönemlerinde Mısırlıların deri rengi
bilinmezken, Masonların "beyaz" vurgularına rağmen XIX. yüzyılın başında Mısırlıların siyah
oldukları kabul edilmeye ve aslında büyük bir medeniyet kurmamış oldukları
kabul edildi.
Aradan yüzyıllar geçti...
Tüm bu kuramsal hazırlık,
Batı'nın emperyalist dönemlerine hizmet etmede büyük bir başarı sağladı.
Yalnızca XX. yüzyılda
dünyayı kasıp kavuran iki dünya savaşına neden oldu Batı. Zencilere kötü
muameleyi, deri rengi sınıflandırması aracılığıyla belirlediği hiyerarşik
tabloya bağlayarak zaman kazanan "teori", son planda kendi ırksal
beşiğini, Hindistan'ı doğrudan sömürü yöntemleriyle hırpalamaktan geriye
kalmadı. Dünya coğrafyasının geniş alanları Batı tarafından talan edildi. Doğal
kaynaklar sömürüldü, insan gücünü sınıfsal çıkarlar uğruna feda edildi.
Dünyanın çok sayıda ırkına yönelmiş "katliamlar" sistemli bir şekilde
sürdürüldü, doğa yok edildi...
Batı'nın
"gelişme" ve "ilerleme" dediği her unsurun arka planında
yalnızca onların anlayabileceği bir "iyi niyet" yer almaktaydı.
Arkasında Avrupa-merkezci
teoriler varolduğu sürece bu eylemlere sorgu asla gerçek anlamıyla
gerçekleşemedi. Irak'a "demokrasi ve özgürlük götürme" sloganını
kullanan dünya egemenlerinin dayanakları hiç de azımsanacak düzeyde değildi.
Kafalarına bomba düşen insanlar için "demokrasi ve özgürlük" hiç de
arzulanır birşey gibi gözükmüyor olsa gerekti.
Dünya insanlarının çoğunun
sefalete sürüklenmesi adına, dünyanın gelişmiş birkaç ülkesinde "hatırı
sayılır bir zenginlik tertip" edildi. Yardım kuruluşları "dünyadaki
yoksulluğu yok etme bağlamında fikirler üretirken" ve "çocukların
açlıktan ölümlerinin istatistiğini tutarken" ikiyüzlülüğünün açığa
çıkmasını engelleyecek kuramının ardına sığınıyordu. İnsan hakları ihlallerini
sorgulayan La Hey Divanı, ABD'nin pişkinliklerine karşı "usanmaktan"
başka birşey yapacak düzeyde değildi.
Batı'nın eylemlerindeki
"a-priori iyicil niteliğin kabülünün" kökenlerinin herkes tarafından
kabul edilmesi, Avrupa-merkezci kuramların olmazsa olmazıydı. Yaşadıklarımıza,
tarihi okumalarımıza, dinlediklerimize, düşündüklerimize gerçek anlamını
vermemizi engelleyen hegamonik bir ideolojinin baskısının sonucuydu bu...
Doğrudan sömürü yöntemlerinden vazgeçse de, Batı'nın çıkarlarını koruyan, onu
düşünen, onun gibi olmaya çalışan bir fikirsel atmosferin teminini sağlıyordu
Avrupa-merkezci doku...
Tüm dünya tarihinin
içinde, öyle bir ırktı ki Avrupalı, hiç kimsenin gitmediği bir yola sapmış,
apayrı bir gelişme modeli oluşturmuş, öncellerinden hiç yararlanmadan özgün bir
başarı öyküsü yaratmıştı.
Şimdi de "Tanrısal
iyiliğiyle" kendi değerlerini öğretmeye çalışıyordu. Onu öğrenmek, Yunan
bilimi ve felsefesini öğrenmek, Kitab-ı Mukaddes'in hikayelerini dinlemekti.
Bizler tarihin, felsefenin
ve bilimin kaynağını Yunan'da aradıkça, batılılaştık.
07.11.2007
0 yorum :: Avrupa Merkezci Kuramın Tarihsel Dönemeçleri
Yorum Gönder