Mustafa Çölkesen
Ahmet Özcan’la sürdürmekte olduğumuz
tartışma, bu türden tartışmalarda genellikle olduğu gibi bir darboğaz ve
kısırdöngüye girmeden, geldiğimiz noktada Özcan’ın yazısından aklımda kalanlar
üzerinden bazı notlar düşerek değerli tartışmamıza son noktayı koymak isterim.
Özcan’a Açık Mektubum, aslen Marx’ın genel kuramı konusunda temel bilgileri
aktarırken, sosyalist mücadelenin tarihi ve ayrıca, bir şekilde o tarihin içinde yer almış
sosyalistler hakkındaki yanlış kanaatlerine yönelikti. Böylelikle, Özcan’ın bu
sıradışı, sempatik makalesindeki tehlikeli ve tarihsel hatalara müdahale etmeyi
amaçlıyordum.
Şimdi gelelim Özcan’ın yanıtına:
“...kapitalizmi aşabilmek için zihinsel
olarak kapitalizmin dışında olmak gerekiyordu ne var ki solcular büyük ölçüde batı dışı
dünyada sistemi işleten bütün modern kurguların taşıyıcısı, misyoneri, kültür
ajanı ve de yapı sökümcüsü oldular...”
Özcan, daha önceki yazısında olduğu gibi, buradaki genelleyici
ifadesinde de yine teknik bir hata yapıyor, 150 yıldır dünyanın dört bir
yanında kendine taraftar bulmuş bir kuramın, milletler, kültürler, değer
yargıları, dinsel, felsefi ve ideolojik geleneklere bölünmüş bir dünyada
homojen bir sosyalist insan tipi ve vizyonunu oluşturması zaten beklenemezdi,
bu sadece Marksistler için değil, evrensel olma iddiasındaki tüm siyasal
kuramlar ve ayrıca dinler için de geçerlidir; ama Özcan, solun
"prototipi" olarak marksist gelenekten devşirme yeni küreselleşmeci,
neo-liberal dönekleri baz alıyorsa, o halde muhatabının biz olmadığını bilerek
böylesi atıflarda bulunmalı...
Şimdi kapitalizmin dışında olmak hususunda
ne anladığımıza gelelim: Marx’ın kapitalizmi çözümlemesi, bilimin organik ve
inorganik doğayı anlamaya çalışırken kullandığı yöntemin tıpkısını
kullanmaktadır: “Görüneni görünmeyenden hareketle açıklamak”, bir bakıma
mitolojilerde, şaşırtıcı bir şekilde, binlerce yıl öncesinden aynı yöntemle
bizlerle konuşur. Marx, yaşadığı döneme kadar olan siyasal, ekonomik ve felsefi
mirası tetkik ederek, bir sistem olarak kapitalizmi vareden,
onu besleyen, güçlendiren ve zayıflatan “gizli”
yapıtaşlarını ortaya koymuştur.
Zenginliğin kaynağı nedir ? Tarihsel bir
sistem olarak kapitalizmi meydana getiren unsurlar nelerdir ? Bu bağımsız
unsurların aralarında nasıl bir ilişki ve denge mevcuttur ? Bu sistemi bir
fabrika olarak düşündüğümüzde, hasıl olan ürün (değer) nasıl ve hangi dolayımla
(piyasa, para) paylaşılmaktadır ? Bu paylaşım şeklinin sosyal yaşamdaki anlamı
ve karşılığı nelerdir? v.b.
Bu soruların Marx tarafından su yüzüne
çıkarılan yanıtları, dünya insanının içinde yaşadığı, ama tıpkı bireyin
karanlık bilinçaltında kendince işleyen psişik süreçler gibi, gündelik
yaşamında farkında olmaksızın tabi olduğu mekanizmaları ortaya koyuyordu. Ama
bu sorular, tıpkı dinlerin asıl misyonu gibi, karmaşık bir düzeye erişmiş
insanlığın aslında basit bir sorununa cevap arıyordu: “İnsanlık neden bu tarihsel dramı yaşamaktadır?”, “Bu
ezeli trajediden kurtulma şansı mümkünmüdür?” Yani, en basit bir mal
üretiminin bizzat toplumun gündelik yaşamının gerçekleşme şeklini ve temposunu
belirleyebildiği bu karmaşık zincir nedeniyle insanlığın üretimin amaçlarına
bağımlı kılındığı bu sistemden nasıl kurtulabilir ? O halde, altta işleyen bu
mekanizmaların nasıl bir toplumsal örgütlenme sayesinde mümkün
olduğunu da anlamak gerekmektedir. Nasıl bir toplumsallaşma şeklidir bu ?: İşte
bu “görünmeyen işleyiş mekanizmaları” sayesinde, değer üretmeksizin
servet birikimine el koyan ayrıcalıklı, asalak bir sınıfın, karar merci olarak
toplumun en üst katmanını oluşturduğu, bir bütün olarak insanlığın
gereksinimlerini karşılamak yolunda temel insani becerisini-bizzat fiziksel
veya zihinsel emeğini- ortaya koyan üreticilerin ise ayrıcalıklı sınıfın
tebaları olarak en alttaki geniş katmanda yer aldığı hiyerarşik,
piramitsel bir örgütlenme şekli. Böylelikle, bir etik ilkesi
olarak yaşamın merkezine tüm değerlerin üreticisi olan “insan” konulduğunda,
insana-karşı bu sistemden çıkabilmenin, yani “exodus”un ilk adımı, bu
uğursuz piramidi ters yüz etme ile işe koyulabilirdi ancak...
Burjuva uygarlığını bir sistem olarak var
eden tüm mekanizmaların, üretimi yaşamın asıl
hedefi haline getiren, mekanik süreçlere dayanan sanayi tipinde kar temelli
üretimin, hayatın ve üretimin ritmini, insanların gereksinimleri yerine, kar
arayışına tabi kılan bir yarış (rekabet) halinde ilerleme düzeneğinin,
çalışanların makinelerin ve zamanın köleleri haline gelmesinin, küresel servete
el koyma biçiminin, servetin bölüşümündeki adaletsizliğin, üretim sürecinde
insanı sadece bedensel veya zihinsel yeteneklerinden faydalanılacak
(soğurulacak) bir girdi olarak görmenin, parçalanmış bir toplumsal
örgütlenme biçimi olarak ulus-devlet’in,
ulus-devletlerin emperyal amaçları için dünya kaynaklarının büyük bir bölümünü silahlanmaya
tahsis edişinin, kapitalizmin insanlığı doğadan hızlı ve
geriye dönüşsüz bir şekilde kopararak sentetik
bir medeniyet haline gelişinin, ne pahasına olursa olsun kar arayışı
mantığında doğanın talan alanı haline getirilmesi nedeniyle insanlığın bekasını
tarihte görülmedik ölçüde riske eden ekolojik
imha sürecinin, her yıl açlık, kötü beslenme ve
ilaçsızlık nedeniyle yirmi milyon çocuğun ölmesinin, üçüncü dünyanın borç musibetinin, daha çok çıktı, daha düşük maliyet adına daha çok
teknolojiyi üretim sürecine dahil ederek dünya
çapında bir işsizler ordusu yaratılmasının, gelişmiş ülkelerin bir kısmında bile
mutlak nüfus olarak daha çok emekçinin gettolara terk edilmesinin, kültür araçlarının giderek yönetici sınıfının bir
ideolojik tahrif araçları haline getirilişinin, bürokrasinin,
kastlaşmanın, spekülasyonun, bütün bu açmazlar içinde
bir amansız hastalığa yakalandığını düşünen insanlığın toplum bilincini,
gelecek umudunu ve anlam arayışını yitirerek tüketim fetişizmine saplanıp,
ruhsal olarak kendisine, manevi değerlerine küsüp yabancılaşmasının kökünü
kazıyabilecek bir çözüm girişimidir Marksist gelenek...
Marksizm, Özcan’ın tarifinin tersine,
saymakla bitmeyecek bütün bu yıkıcı, gayri-insani süreçlerin temelde aynı
olgunun farklı veçheleri olduğunu ortaya koyarak kapitalizmin dışında bir
reçete sunar. İlk adımda da, medeniyetin ortaya çıkışından bu yana egemen olan
çalışmanın “yukardan aşağıya”
örgütlenmesi ilkesini, üreticiler lehine “aşağıdan yukarıya”
değiştirmeyi önerir, piyasa mekanizmasını ilga eden (veya belirli
sınırlamalarla ona tabi hale getiren) “demokratik, sosyalist planlama”
süreci, siyasal biçim olarak sosyalist demokrasi ile birleşerek tarih
boyunca yönetilen, yönetilmeyi değişmez bir kader, doğal bir süreç olarak gören
“edilgen” konumdaki insanların yaratıcı enerjisinin ilk kez ortak
bir havuzda buluşmasını sağlar... Buradaki demokratik, katılımcı
planlama süreci, ayrıcalıklı bir sınıf olan burjuvazi yerine, tüm insanların ne
üreteceklerine, nasıl
üreteceklerine ve üretilenleri nasıl paylaşacaklarına kolektif
olarak karar verecekleri bir öncelik planlamasıdır.
Ama S.S.C.B örneğinde yaşanmış olan bürokratik
(merkeziyetçi) planlama deneyimini, tıpkı sabık Stalinistler ve onunla ağız
birliği yapan yeni liberaller gibi, Marx’ın kuramının zorunlu, mantıki bir
sonucu olarak gören Özcan’ın dünya çapında gerçek
sosyalist alternatifi (daha en başında da “tek ülkede sosyalizmin
imkansızlığını”, sosyalist mücadelenin enternasyonal bir örgütün ortak bir
programı ile dünya çapında verilmesi gerektiğini) anlatmaya çalışan IV.
Enternasyonal geleneğinden haberdar olmaması gayet doğal, çünkü gerçeği anlamaya
çalışmıyor ve dolayısıyla oraya bakmıyor, aslında Özcan, belki kendisi de
farkında olmaksızın, her fırsatta marksistlerin (solcuların değil !) neyi
yapamadıklarını ve bu başarısızlıkları nedeniyle de insanlığın başına ne gibi
belalar sardıklarını anlatmaya çalışıyor:
“...tıpkı Marks gibi, insani bir sancı
ile, bu paranın tahakküm düzenine karşı ne yapılabilir sorusuna cevap arıyorum
ve cevaplardan biri olan Marksizm, “neden elendi” diye düşünürken
bunları söylüyorum...”
“...Sol, şansını denedi ve kaybetti. Buna
siz inanmamakta inat edebilirsiniz, saygı duyarım. Ama, kusura bakmayın, yüz
elli yıllık bir deneyim, yeteri kadar kredisini tüketmiş durumda ve artık başka
yerlere bakmak ve başka şeyler konuşmak zorundayız..”
Böylesi bir kendine güvenle konuşabiliyor
Özcan, Marksizm neden elendi? diye sorabiliyor, gözlemleyebildiğimiz, gerçek ve
somut dünya tarihini, içeriği zenginde olsa, spiritüel
malzeme ile yorumlamaya kalkıştığınızda eleme işlemini
gerçekleştirmekte hiç zorlanmazsınız. Oysa, bizzat Özcan’ın tabiriyle “hakikat
arayışının engin denizlerinde el yordamıyla kulaç atarak yol almaya
çalışanlar...” olguların karşısında, sadece, Cennet’teki Hz. Adem gibi çırılçıplak kalıp,
tamamen yargısız ve naif olanlar
olabilir... Ama bizde bu saf bu yaklaşımı Ahmet Özcan’da göremediğimiz için
kendisini cevaplamayı zorunlu gördük. Sosyalist ütopyanın kaderi hakkında nihai
hükmü, bizlerin subjektif yargıları değil, tarih verecektir Bay Özcan...Bizim
kısacık ömrümüz içinde şahit olduğumuz çöküntü, moral bozukluğu ve
başarısızlıklar, gelecekte, tarihin büyük dalgaları içinde, önemsiz gelgitler
olarak da görülebilir. Umut, olasılıkla, umutsuzluktan doğabilir...
Devam edelim:
“...İktisadi faaliyeti, insan türünün
yaşamsal ihtiyaçlarından “sadece birisi” olarak konumlandırmakla işe
başlayalım derim...”
“...Eğer insanı sonsuz ihtiyaçlarını
kısıtlı imkânlarla gidermek zorunda olan ve bütün varlığını, daha doğrusu özgür
insan olma imkanını, bu çevrimden çıkma yolunu bulmak olarak tarif edersek,
Marksist olmaktan başka mantıklı bir yol elimizde yok. İnsan, kendisinin
efendisi olmak için, emeğinin efendisi olmalı…Oysa, Marksizmin içinde boğulduğu
paradoksta zaten bu...”
Yukarda burjuva uygarlığının tüm yordamı
ve araçlarını değiştirmek suretiyle edilgen konumdan çıkıp, tarihte ilk kez,
kendisinin ve toplumsal yaşamın her türlü ayrıntısı hakkında söz sahibi olup,
yaratıcı iradesini kullanabilecek bambaşka bir insanlık alternatifinden
bahsetmiştik, Özcan’ın aktardığı “sonsuz ihtiyaçların kısıtlı imkanlarla
giderilmesi” tanımı tam tamına burjuva dünyasının bir insanlık tarifi ve
modelidir, ekonominin önceliği ise, Marx’ın bir keşfi yada zorlaması değildir,
fizyolojik insan ihtiyaçlarının hiyerarşik doğasından kaynaklanmaktadır,
ancak beslenme, barınma, giyinme, uyku gibi temel
ihtiyaçlar karşılandığı surette, diğer (ikincil)
ihtiyaçlarımız ortaya çıkmakta veya bu gereksinimler
hissedilebilmektedir, en eski çağlardan bu yana yapılan keşiflere baktığınızda
insanın tamda doğanın bu buyruğuna,
yani öncelikler hiyerarşisine uyum sağlayarak ayakta
kalabildiğini görürsünüz, dolayısıyla neolitik toplumlarda ilkin tahtadan
yontulma sabanın keşfi,
tekerleğin, çömlek çarklarının icadından, madencilikten, kültür araçlarından
önce gelmekteydi.
Ama siz insanı ve tarihi metafizik
süreçler olarak algıladığınızda bütün bu yakıcı gerçeklerin
önemi yok tabii... Doğu’nun mistik dinlerinde ritüel ve ayinlerle fizik
sınırlarını zorlayıp, kozmik bir (din-içi)
zamana sıçrayan kişilerin varlığı, gnostik ve ezoterik
tarikatların anlattıkları benim içinde ilgi çekici, ama bizler bu
istisnai-sıradışı hadiseler yerine, tipik ve somut insanı ve onun acil
gereksinimlerini temel almak zorundayız. Bu bir paradoks falan değil,
kapitalizmin kendi işletim ağına göre (tıpkı bir balçık gibi)
biçimlendirmek istediği insanlığın, dünyanın en kalabalık bölgelerinde temel
ihtiyaçlarını bile karşılayamazken, gelişmiş ülkelerde tüketicileri bir denek haline
getirip, “yapay”, “icat edilmiş ihtiyaçlar” yaratarak,
insanlığın kaynaklarını bu uğurda çarçur etmesi karşısında, tüm insanlığın
öncelikli asgari (fizyolojik, biyolojik) ihtiyaçlarını karşılama, “yeni bir
insanlık” yolunda derhal herkesin karnını doyurma girişimidir.
Ancak bundan sonra, temel ihtiyaçları karşılanmış, neye ihtiyaç duyduğuna ve
bunları nasıl karşılayacağına bizzat kendisi karar verecek olan aktif
insanlığın bir bütün olarak tinsel potansiyelini de gözlemleyebiliriz.
Ahmet Özcan, ilerleyen bölümlerde,
reddettiğinin yerine koymak üzere, “ev sahibi” olduğu idealist (kozmolojik,
teolojik) felsefenin kapsamlı bir şekilde ayrıntılarına girmeye başlar. Doğası
gereği gerçek yaşama ilişkin bir çözüm önermeyen bu bölümleri, sadece amatörce
ve keyifli bir şekilde okuduğumu belirtmek isterim, takip etmeyi zorlaştıran
uzunluğa sahip bu bölümdeki ifadelerden anladığımız kadarıyla, kapitalizmi
çözümlemeye çalışırken Marx, yok yere, “Alman-Aryan zihninden fışkıran”
Zerdüştçülüğün sapkın, bölücü, lanetli yöntemi kullanmış, bu nedenle de
başarısız olmaya, yabancılaşmaya mahkummuş:
“...Zerdüştlük, İbrahimi tevhid
öğretisinden sapılarak, insanın iç savaşının, dışa yöneltilmesini, ötekileştirilmesini
ve teolojik düzeye de çıkararak idealaştırılmasını ifade eder. Belki de bu
nedenle, Zerdüşt esintili her tür dinsel, ideolojik ya da politik kavrayış, bir
süre sonra çıkış amacına, kendisine, mensuplarına, insana, doğaya, hayata
yabancılaşarak uçuşmaya başlar. İnsan bu düşünüş biçiminin basit bir aracı,
insan için var olan hedefler ise, insanın kurban edildiği insanötesi amaçlar
haline dönüşür...”
Birincisi, insan ile toplum biçimleri
arasındaki sürekli bir diyalektik ilişki vardır, insanı toplum biçimine
bakarak, toplum biçimini de insanın yaşam tarzına, tercihlerine,
alışkanlıklarına, eğilimlerine, ahlakına, etiğine bakarak algılayabilirsiniz, Hikmet
Kıvılcımlı’nın Tarih
Tezi’nin çekirdek ayrımlarından birisi olan “Barbar
ahlakı ve öz güveni” ile “Medeni olanın çürümüşlüğü ve entrikacılığı”,
insana bakarak toplum biçimlerini ve toplum biçimlerine bakarak insanı tasnif
etmenin tarihsel bir örneğidir. Dolayısıyla, toplum biçimini çürütüp, tahrip
eden teker teker insanların iç savaşı değil, insanın üzerinde yükselen bir
aygıt olan, insanlığı dayanışma yerine birbiriyle amansız bir rekabete zorlayan
örgütlenmiş toplum biçimidir. Kadim dönemlerde evrensel dinlerin kurucularının
medeni değil, gezgin, göçebe olmaları da hep bu gerçekliği anlatmaktadır.
Göçebe İbraniler Mısır medeniyetinden, Hz.
İsa bir balıkçı köyünden, Budha kendi
sarayından yollara düşmektedir, Hz.
Paulus bir gezgin ve Hz.
Muhammed ise bir kervancıdır. Kozmik rüyalar, kadim kent
devletlerinde değil, ancak engin çöllerde görülebilmektedir...
İkincisi, Ahmet Özcan “öteki” kavramını
Marx’ın kuramında sınıfsal çelişkiden hareketle anlıyorsa burada da yanılıyor,
çünkü Marx sosyolojik bir kategori olarak “sınıfların varlığının” kendisinden
önce de bilindiğini söylemektedir, onun asıl vurgusu yukarda anlattığımız içkin
mekanizmaların işleyişinin “sınıfların varlığı” sayesinde ve bu nedenle
gerçekleşmesidir. Böylelikle de, kendisi dışındaki tüm insanlığa kendi
programını kaçınılmaz bir kader olarak dayatan bu yönetici sınıfı ilga etmek ve sınıflılık
haline (bu anlamdaki dualizme) son
noktayı koyarak insanlığın başlangıçtaki “yekpare” (bir) haline
geri dönmesini sağlamaktır.
“Dualizm” yada karşıtların birliği
ilkesini ilk keşfeden, kanımca, Zerdüşt değildir, dünyanın dört bir yanına
yayılmış en eski uygarlıkların kadim söylenceleri ve kozmolojilerinde, dünyaya
bir düzen vermek üzere, kaos güçlerine, şekilsizliğe, düzensizliğe karşı
verilen mücadeleyi ve ejderhanın öldürülmesi motifini
sıklıkla görebilirsiniz. Dahası, Zerdüşt’ün ortaya çıkmasından binlerce yıl
önce, eski Babil’de, Marduk’un Tiamat’a karşı
verdiği savaş ve zaferi, “yaratılışın yenilenmesi” için her yıl
nisan ayında yeniden kutlanılarak ilahi düzen korunmaya çalışılırdı. Doğanın
her veçhesinde gözlemleyebileceğiz bu açık ilke, henüz doğal yaşayan eski
uygarlıklardaki dehalar tarafından birbirinden habersiz olarak belki de
defalarca keşfedildi, bir Helen filozofu olan Empedokles, evrendeki değişimleri anti-tez ve tamamlayıcı iki
gücün mücadelesine bağlayarak “zıtlar olmadan ilerlemenin olmayacağını” söyler,
daha uzaklarda Çin medeniyetinin sembolik keşfi “Yin Yang” iki ayrı
maddenin etki tepki halinde evrenin ritmini belirlemesini formüle etmektedir.
Ayrıca her yeni dinsel, ideolojik ve
politik kavrayış, bir insani keşif olduğundan, insanın tabi olduğu yasalara
bağımlıdır, cansız madde, insan, medeniyetler, toplumlar ve düşüncelerde eninde
sonunda, fiziğin “entropi” olarak adlandırdığı yasaya, yani düzensizleşmeye, dağılmaya,
çürümeye eğilimli gibi gözükmektedir, bu eğilimi, yanılmıyorsam, Budha ve İbn-i
Haldun’da tespit etmiştir, dolayısıyla Zerdüşt’ün ilave esinine gerek
kalmamaktadır. Hıristiyanlık’ta, İslam’da, maalesef, gençlik baharından kısa
bir süre sonra kurumsallaşıp, egemenlerin ellerinde dünyevileştirilerek
(sistemin bir bileşeni haline getirilerek) bu süreçten nasibi almıştır. Ve işte
tasavvuf, belki de, bu çaresizliği sezinleyip aracıyı ortadan kaldırarak
imanını korumak isteyenlerin bir arayışı oldu.
Sayın Özcan, ben konunun özünü
tartıştığımı, sizin yanısıra okuyucunun artık düşüncelerimizin anahatlarını
anladığını umarak bitirmek istiyorum, ama siz zihninizde homojenleştirdiğiniz
(belki de bilinçaltında “öteki” haline getirdiğiniz) sosyalistlere karşı
öfkenizi nedense dizginleyemiyorsunuz:
“...Çünkü, o reçeteleriniz uğruna
verdiğiniz savaş ve ödediğiniz bedel, bizi insanlaştıracak bir kavganın değil,
insanlığımızdan soyundurup kapitalizme yem olduracak bir kültürel
dejenerasyonun, batılılaşmanın, gelenekten kopuşun, toplumlarımızın
aşağılanmasının, insanlarımızın birbirine düşman edilmesinin de nedenlerinden
biriydi…”
Bakınız biz kapitalizmi salt Batı’lı bir
doktrin olduğu için eleştirmiyoruz, sizin bu ayırımcı- dar kültürcü yaklaşımınız, ne
İbrahimi Tevhit öğretisiyle ne de bir bütün olarak evrensel doğu dinleriyle
uyumlu değil, biz, artık bir dünya sistemi olarak kapitalizmin, tüm insanlık
için bir sorun olduğunu düşünüp, ortadan kaldırmayı amaçlıyoruz, sizi anlamaya
çalışıyorum, ama ince bir manipülasyonla batı merkezciliği marksistlere
yedirmenizi kabullenmemiz mümkün değil. Tasniflerinizi daha dikkatli yapınız
lütfen, küreselleşme ve 11 eylül sonrası ezeli rekabete girdiğiniz
kemalistlere, sosyal demokratlara, bilime tapan akademik pozitivistlere, soldan
devşirmelere istediğiniz payeyi yapıştırın, ama “vatanım yeryüzü, milletim
insanlık” şiarını unutmayan bizlere bakarak, küçücük bir ada için bile
birbirlerini gırtlaklamaya kalkışan ulus devletleri (ve dolayısıyla ulusçuluğu)
bir kalkan olarak gören, haraçlı bir düzen olan Osmanlıcılığı ise hala
savunabilen kendi evrenselliğinizi yeniden sorgulayınız lütfen...
Evet üstadım, herşeyin alt üst olmuş gibi
göründüğü, metafizik yöntemle sizinde anlamakta zorlandığınız bu geçiş
döneminde, inatla insanlığın eşitlik, özgürlük ve dayanışmasını savunmak bedel
ödemeyi göze almayı gerektiren meşakkatli iş... Dinlerde de böyledir, “Bir
peygamber kendi memleketinden ve evinden başka yerde hor görülmez...” (Matta,
13-57)
Siz değiştirildiğini düşünsenizde Kitab-ı
Mukaddes içinde özünü koruyan çekirdek deyişler vardır, birkaç tanesi benim
ilgimi çekmişti ve böylelikle “güneşin altında yeni bir şey olmadığını”
anlamıştım:
“ Söz çoğaldıkça anlam azalır, bunun kime
yararı olur ?” (Vaiz, 6-11, Kitab-ı Mukaddes)
O halde bu kutsal uyarıyı dikkate alıp,
artık bitirmeliyim...
Bir yöntem olarak sözcüklerin
zamansızlığını aşmada en etkili araçlardan birisi tarihsel
materyalizm’dir...Çağlar arasında boşlukta kalmış gibi gözüken sözcükleri alır,
onlara yaşam verecek şekilde, zamanına ve mekanına yerleştirerek doğru
anlamlandırmasını sağlar...
Saygılarımla,
Mustafa Çölkesen
04.07.2008
Mustafa Çölkesen'in Ahmet Özcan'a Açık Mektubu- 1 (2007)
0 yorum :: Ahmet Özcan'a Açık Mektup II
Yorum Gönder