Orhan Gökdemir
İnsan, varoluşundan bu
yana doğayla olan ilişkisine bir açıklama getirmeye çalışıyor. Bu kendisine bir
anlam verme sorunuyla ilgilidir; öne atıldığını görüyor, bu yeteneğinin onu
özel kıldığını düşünüyor.
Doğanın, kendisi için
varedildiğini düşünmek, insanın en temel kuruntusudur. Doğadan ayrı bir varlık
değildir insan, doğanın doğal bir uzantısıdır. Bu özel ürünü nedeniyle doğanın
sevindiğini, ya da yerindiğini gösterecek yeterli veri yoktur elimizde. Doğa
insan sözkonusu olduğunda da doğal mecrasındadır.
Buna karşın din,
felsefe ve bilim bu apaçık ilişkiye yeni bir açıklama aramaktadır. Dine göre
doğa, tanrı tarafından insan için yaratılmıştır; insan, tanrının kendine
bahşettiği bu nimetleri kullanma hakkına sahiptir. Tanrıyı hoş tuttuğu sürece
bu ilişki sorunsuzca sürecektir. Felsefeye göre doğa ile insan arasındaki
ilişki dolaysız bir ilişkidir. İnsan gücü yettiğince doğayı kullanır,
dönüştürür. Gücünü ve yeteneklerini arttırdıkça doğa karşısında bir özne haline
gelir, muktedir olur. Bilim ise bizatihi bu iktidarın doğrulanmasıdır.
Bütün bu düşünüş
biçimlerinin kaynağı ise insanın doğa karşısında mücadelesidir. Doğanın
yüklediği zorunluluklardan henüz kurtulamamıştır insan. Birileri yaşam
döngüsünün cangılından diğerlerinin sırtında geçmekte olduğu için kuruntulara
kapılmaktadır sadece. Dinin, felsefenin ve hatta bilimin tarihinde, ormanı
diğerlerinin sırtında geçenlerin kuruntularının izleri sezilmektedir hala.
Bunun için, bu
fikirler ve inançlar en çok ezilenlerin nezdinde rağbet görmüş olmalarına
karşın ezenlerin hükmü sürmektedir. Ne din, ne felsefe, ne de bilim bu temel
“çelişki”mize merhem olamamıştır.
Acı çekenlerin
çoğaldığı bir çağdan geçiyoruz henüz ve din, kimbilir kaçınçı kez, acıları
dindirme iddiasıyla yeniden toplanmaya çağırıyor ezilenleri.
Oysa yeniden
toplanmaya çağrılan o ezilenler, eski dini çağrılardan kalan adları
taşımaktalar. Eflatun’un dediği gibi; gerek kendileri, gerek çocukları, birçok
nesiller boyunca, yaşamak için gerekli olan şeylerden mahrum kaldıklarından, bütün
işleri güçleri, bütün konuşmaları da yalnız bu ihtiyaçlardan ibaret.
Kendilerinden önce, geçmiş zamanlarda olup bitenlere ilgi duymuyorlar.
Toplanıyorlarsa eğer, başka bir yol bilmediklerinden.
Haliyle dinlerin de
onlara söyleyecekleri pek az şey kalıyor geriye. Gökyüzü altında söylenen
herşey büyük bir hızla mahrumiyetin diline çevriliyor, yoksullaştırılıyor. Çok
basit bir nedenle; kimse karnını inançla veya dinle doyuramıyor.
Ezilenlerin lanetidir
bu; devrimini yapamamış hiçbir inanç ve hiçbir düşünce bu lanetten kaçıp
kurtulamamıştır henüz. Sakat kalmışlardır ve topallayarak girmişlerdir tarihin
sahnesine.
Binlerce yıl önce o
toplanma çağrısına şöyle yanıt veriyor bir Mısırlı:
İzi bile kalmadı mezar
tapınakları kuranların.
Bakın, nasıl yitip
gitti o tapınaklar da.
Duvarları çoktan
yıkık, İzleri yok artık
Hiç var olmamışlar
gibi.
Dönüp gelmiyor ki
gidenler,
Başlarına ne geldiğini
anlatsınlar…
Mutlu oldular mı,
olmadılar mı?
Anlatmıyorlar ki
yüreğimize su serpilsin
Bizler de boylayıncaya
kadar
Onların gidip sırra
kadem bastığı yeri.
Gidenler dönmediği ve
bize insan cennetinden bir haber getirmediği için, devrim yapamayan dinler dini
devrimlerle sarsılıyor. Ezilenler toplanıyor, bir medet umuyor tanrılardan.
Sonra döngü yeniden başlıyor.
Dinde pek çok devrim
ortaya çıkmasına karşın, devrimini yapamamış bir tarihle karşılaşıyoruz
böylece. Büyük bir hızla kendisinin üstüne çöken bir tarihtir bu.
Atonizm belki tek
istisnasıdır; devrimini kitlelere dayanmadan ve ona rağmen yapmaya çalışıyor;
yeniliyor. Bununla birlikte binyıllar sürecek bir hesaplaşmanın başlama
vuruşunu da yapmış oluyor.
Burada, tek tanrılı
dinler tarihini bu hesaplaşma çerçevesinde yeniden kurmaya çalıştım. Bir
hesaplaşma olduğuna göre “devletsiz” olmazdı; din ile devletin içiçeliği
anlamındadır bu. Atonizm dahil, bütün tek tanrılı dinler şu veya bu şekilde
gücünü ve otoritesini devletten almışlardır. “Devlet ile din olabilmişlerdir”
demek istiyorum.
Devlet ile din
olabildikleri için, ezilenler için devlet neyse din de odur. Her ikisi de
ironik bir biçimde onlar için vardır; dinin ve devletin varlık nedeni onlardır.
Her ikisinin toplanma çağrısına uyduklarında sırtlarındaki yükü atacaklarını
ummakta ancak bu süreç yüklerinin artmasıyla sonuçlanmaktadır.
“Kalk Osiris, kalk
artık.
Seni diriltmeye
geldim.
Kalbin çarpıyor hala,
uzak çağlardaki
kalbin.”
Herşeye karşın, bu
tarihi ezilenlerin diline çevirme şansımız vardır. Bu çalışmayı, o yolda
atılmış ilk ve fakat “acemi” çalışmalardan biri sayın.
Ben yazdım ancak çok
borçlandım. Borçların büyük bölümü www.dikine.net ekibinedir. Mustafa Çölkesen,
Cemil Namlı, Göktuğ Halis, ben yokken bu siteye emek veren diğer arkadaşlarım
yazmam için ısrar ettiler, Din ve Devrim’in ortaya çıkmasına vesile oldular.
Bir bölümü daha önce orada yayınlanmıştır. Destek yayınlarını omuzlayan
arkadaşlarımdan ise büyük destek gördüm.
Emekleri ve
katkılarının sınırı yoktur.
-Ey ebedi gece, ne
zaman solacaksın? Işık ne zaman gözlerimle buluşacak?
-Yakında. Yakında
çocuğum ya da asla.
Karanlığa bir ışık
tutmaya çalıştım, gördüklerimi paylaşıyorum.
18 Şubat 2010
0 yorum :: Din ve Devrim Önsöz
Yorum Gönder