Ekrem Acar
İnsanoğlu, sanayi devrimini de
gerçekleştirdiği son 4-5 yüzyıllık zaman dilimi içerisinde, teknoloji, üretim
verimliliği ve üreme anlamında; başka bir ifadeyle, hem bizzat kendi türü hem
de ürettiği ürünler anlamında, büyük bir nicel sıçrama ve/veya büyük bir
ilerleme(!) gösterdi. Ve bu ilerleme ve hız, aynı zamanda bugün için önemli
değerlendirmeler yapabileceğimiz bir tarihsel veriyi de biriktirdi. Ama nitelik
olarak ne biriktirdi?... Bu soru bence, üzerinde düşünülmesi gereken, günümüzün
en acil sorusudur...
Baştan belirtmek istiyorum: “II. Paylaşım
Savaşı’ndan sonra, ama özellikle bilgi ve bilişim teknolojilerinde yaşanan
1980’lerden sonraki sıçramalarla kapitalizm;
hem üretim hem de yönetim organizasyonu anlamında, tam olarak bir yapısal
değişiklik olmasa da, bugüne kadar görülmemiş yapısal bir yetkinliğe ulaşmıştır. Bir “hegemonik toplumsallaşma” biçimi
olan ya da kabaca, yöneten-yönetilen gerilimi veya dengesindeki toplumsal
dizgelerinden birisi olarak nitelendirilebilecek “kapitalist toplum”un yönetme
erki ya da mekanizması; bu yapısal gelişme sonucu,
inanılmaz bir yetkinlik düzeyine ulaşmıştır. Zaten bizzat, bir aydınlanmacı, ilerlemeci
ve volantarist olan “Marksist Lenin’in, “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması:
Emperyalizm” kitabında ifade ettiği gibi; “sermayenin temerküzü” yani
merkezileşmesi, belirli yerlerde ve ellerde toplanması beraberinde “iktidar
kullanımının yetkinleşmesi”ni
de getirecekti... Ve getirdi...
İktidar kullanımı, artık eskisi gibi dikey
bloklar halinde değil- ki bunun en yetkin örnekleri “ulusal
pazarlar” ve “milli devletler”di- yatay,
ağsal bir evrensel şebeke halinde gerçekleşmektedir... Yeni iktidar
yapısının makro temelini devletler
değil, çok uluslu dev şirketler -en
azından bileşik bir şirketler-devletler birlikteliği- ; mikro temelini ise, “tüketim” arzusu ve ekonomizm ile teslim
alınmış “iktisadi birey”ler ve iç
işleyişlerinde kullandıkları baskı yöntemleriyle, küçük ve yerel şirketler
oluşturmaktadır... Bu tespitten, ulus devletlerin ve ulusal çıkarların tamamen
sönümlenmiş olduğu yorumu çıkartılmamalıdır. İktidar savaşı, belirli
zorunluluklar çerçevesinde bazen uzlaşarak da olsa; bu alanda da devam
etmektedir... Sadece, evrensel iktidar kullanımı anlamında, siyasi aktörler
olarak ulus devletlerin giderek etkisiz kalmaya başladığı ve onların yerine,
aynı zamanda gizli siyasi aktörler olan çok uluslu şirketlerin ve büyük güce
sahip finans sektörü spekülatörlerinin güç kazanmaya başladığı
gözlenmektedir...
Sanayi devrimi ile birlikte insanoğlu, “üretimini”, “bölüşümünü”, “tüketimini” ve dolayısıyla yaşam şeklini kökten değiştiren; günü geldiğinde toplumsallaşma tarihinde çok özel yerini (!) alacak “kapitalist ekonomik ve toplumsal sistemi” yarattı. İnsanoğlu bizzat bu sistemin en önemli aracı olan metalaşma olgusu ile birlikte gitgide daha da köleleşti. Başka bir deyişle, insanın yaşamda kalabilmek ve yaşamdan tat alabilmek için gereksinim duyduğu üretim çıktılarının, üreten kişi tarafından, üretildiği yerde tüketilmediği; pazar için üretilip, pazar dolayımı ile tüketildiği bir mekanizma sayesinde, giderek özgürleşeceği yerde, giderek köleleşti. Ve bu üretim süreci sonucunda, doğaya aykırı ve aslında hiç de gerekli olmayan bir sürü ara iş, yani kar alanı yaratılmış olması bir yana; insanın kendi ürününe yabancılaşması, böylelikle kendi benliğine yabancılaşması trajedisi ile tanıştı insanoğlu...
Karl Marks sadece bu gerçeği
dile getirmekle bile insanlık tarihindeki çok özel yerini alırdı. Ama Marks’ın
en büyük yanılgısı, toplumsal gelişmeyi, ekonomizmin sınırları içerisinde ele
alması, başka bir değişle üretici güçlerdeki gelişmeyi, insanoğlundaki gelişme
ile neredeyse bir tutmasıdır. Ama Karl Marks sonuçta bir iktisatçıdır ve belki
de biraz insafın sakıncası olmazdı; eğer Marks, “proleterya diktatörlüğü”
gibi ucubeyi
bizzat formüle etmeseydi....
Sonuçta kendi yaratığı sistem, insanoğlunun
başını yedi.
Burada bir parantez açmak istiyorum: “Elbette bu tarihsel suçta, her bireyin sorumluluğu, daha doğru bir ifade ile suç ortaklığı aynı yoğunlukta değildir. Ama sistemden az ya da çok beslenen ve bu sistemde tutunmak ve hep daha çok tüketmek için (ki birey olarak ben ve bu yazıyı bir vesileyle okuyacak herkes, az ya da çok, bu sarmalın içindedir) şeytanın bile çoğu kez aklına gelmeyecek yollar bulan “tek birey”in, saf ve masum olduğunu düşünmek, en iyi niyetli ifadeyle “gerçek bir saflık”; şüpheci bir bakışla “düzenbazlık”tır...
Burada bir parantez açmak istiyorum: “Elbette bu tarihsel suçta, her bireyin sorumluluğu, daha doğru bir ifade ile suç ortaklığı aynı yoğunlukta değildir. Ama sistemden az ya da çok beslenen ve bu sistemde tutunmak ve hep daha çok tüketmek için (ki birey olarak ben ve bu yazıyı bir vesileyle okuyacak herkes, az ya da çok, bu sarmalın içindedir) şeytanın bile çoğu kez aklına gelmeyecek yollar bulan “tek birey”in, saf ve masum olduğunu düşünmek, en iyi niyetli ifadeyle “gerçek bir saflık”; şüpheci bir bakışla “düzenbazlık”tır...
İktidarın, iktidar olma potansiyelini,
yetkinliğini ve şeklini belirleyen önemli bir ölçü de muhalefet ve onun
muhalefet yapma şeklidir. Eğer muhalefet, iktidarla savaşırken onun araçlarını
kullanıyorsa ve yeni bir iktidar şekli için savaş veriyorsa onu sistem karşıtı
olarak düşünmek ve suçsuz olduğunu iddia etmek; eğer bir takiye durumu yoksa,
yine gerçek bir saflıktır. Sanayi devriminin çocuğu olan kapitalist sistem,
onun mezar kazıcısı olarak görülen proletaryayı da yarattı. Proletarya ve onun
öncü siyasi kadroları, kapitalizmi mezara göndermek şurada dursun; iktidar ile
savaşmak için, “devlet” ve iktidarın diğer araçlarının kullanımının
mübah sayıldığı bir ucubeyi yarattı. Bir türlü mezara gidemeyen başka bir şey
daha var… Yaşamı ve toplumsal gelişmeyi sadece üretici güçlerdeki bir gelişme;
ve, ne yazık ki insanı da, sadece emek ve kas anlamında bir üretici güç olarak
görme yanılgısı…”
Sanayi Tip(ü)i Toplumsallaşma (STT)’nın
“Sağ”ı, “Sol”u...
Nettir…
Başta da vurguladığım gibi, insanoğlunun geleceğine dair, geçmişte tekrar
edilen hataları yinelememek, ama yeni hatalar yapabilmek için çok önemli
tarihsel veriler birikti. İnsanoğlunun özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi,
kavram olarak içi boşalmış ama tanımladığı gerçeklerin içinin hiç bir zaman
boşalmayacağı olguları yaşama geçirmesini engelleyen temel neden ne tek başına kapitalizmdir;
ne hala dünyada parçalı da olsa hüküm süren daha geri üretim tarzları ve ne de SSCB deneyiminde olduğu gibi “STT”nın (Modernizm olarak da okunabilir) başka bir şekli olan sosyo-ekonomik modellerdir… İnsanoğlunun
mutluluğunu engelleyen temel neden; bizzat, “hiyerarşi” nin oluşumundan bu yana, an be an yetkinleşen “iktidar” olgusunun kendisi ve onun, en
modern, en yetkin ve aynı zamanda en acımasız toplumsallaşma şekli olan
“STT”dır… Tüm bu iktisadi modeller, sadece onun yaşama geçen biçimleridir.
Başka bir değişle iktidar olgusunun ve “STT” nın değişik varyasyonlarıdır.
Bu toplumsallaşma şeklinin iktisadi
altyapısı, ister bizzat kapitalizmin kendisi olsun; isterse onun SSCB örneğinde
olduğu gibi, özel mülkiyetin dışlandığı, devlet merkezli “planlı ekonomi” gibi kıskanç bir ikiz kardeşi olsun, sonuç ne
yazık ki değişmemektedir. Her iki versiyon da, “bilim tapınıcısı”, “akıl fetişisti” bir iktidar kullanımına, büyük ölçekli üretime, merkezi siyasi
organizasyonlara ve Marks’ın bence alttan alta pek sevdiği “sermayenin
temerküzü”ne haris bir tutkuyla bağlı toplumsallaşma şekilleridir... (Bu arada
şunu belirtmem gerekiyor: “Sanayi Tipi Toplumsallaşma”ya farklı;
insanoğlunun ihtiyaçlarını gidermede kullanacağı tekniklerden/avadanlıklardan
birisi anlamında “düşük yoğunluklu, doğaya uygun bir sanayi”nin
kullanımına farklı yaklaşılması mümkündür...)
SSCB
deneyimi bahsettiğim tarihsel veri birikimi açısından bulunmaz bir hazinedir.
Öncelikle bu ülkede ve dünyada, SSCB deneyimine verilen ve fraksiyon ayrımı
sayılan tüm adları ve tanımlamaları hatırlayalım. “Bürokratik İşci Devleti”,
“Sosyal Emperyalist Devlet”, “Devlet Kapitalizmi”, “Bürokratik Yozlaşmaya
Uğramış Sosyalist Devlet” vs... Adlandırmalar çoğaltılabilir. Tüm bu tanımlamalar,
işin çokça siyasi kısmıdır; başka bir deyişle işin siyasal rejim
değerlendirmelerine giren kısmıdır. Oysa asıl sorun üretim tarzının ta
kendisidir. Yani SSCB deneyimi “Sanayi Tipi Üretim Tarzı”nın, başka bir hegemonik
şeklidir. Tek temel fark üretim araçlarında özel mülkiyetin olmaması, yani
bireysel kârın mekanizmayı çalıştıran motor görevi görmemesi; onun yerine,
toplumsal üretim-bölüşüm-tüketim zincirinin motoru görevini, “planlama”
gibi yumuşak karınlı bir mekanizmanın almasıdır. SSCB deneyiminde özel
mülkiyetin yerini,“devlet mülkiyeti”nin (bu kavramın, iktisadi ve siyasi teorik
kavramsal kullanım açısından doğruluğu belki de tartışılabilir; ama yaşama
yansıması açısından bu tartışmanın çok da önemi yoktur) alıp almadığı çok
tartışıldı... Gereksiz bir tartışmaydı bu, zira üretim şeklinin, sadece üretim
araçlarına sahiplilikle açıklanmasına dayanıyordu.
Evet planlama gerçekten yumuşak karınlı bir
mekanizmadır. Çünkü, insanoğlunu mutsuz kılan “iktidar” denen olguya muhtaçtır.
Planlama dendiğinde, hemen ardından bir “ihtiyaç hiyerarşisi” kavramı
gelecektir... İhtiyaçlar önemine göre sıralanacaktır. Peki bu sıralamayı “kim”,
“kimin için” ve “nasıl” yapacaktır?... İşte bu sorunun yanıtı bizi doğruca
politik ve merkezi bir mekanizmaya götürecektir. Ve tarihin değişik
dönemlerinde, “özel mülkiyetçi sanayileşme yanlıları”nın saldırılarında
çabucak despotlaşacak bir mekanizmaya… Ve bahane de hemen hazır olacaktır
“somut koşulların somut tahlili” ya da “tarihsel zorunluluk”…
Evet!.. Yukarıda da değindiğim gibi üretim şeklini sadece sahiplilik temelinde açıklayamayız. Bir üretim şekli, üretim araçlarının sahiplik tarzının yanı sıra; bu araçların özelliği (köleci dönemde insanın direk bir üretim aracı olması gibi), üretme tarzı (ölçek/nicelik/iş bölümü gibi) çoğaltılabilecek tüm bu faktörlerin toplamı ile açıklanır. Ayrıca iktisadi sistemin geneline bakıldığında, buna tüketme tarzı ve bölüşüm tarzı gibi kriterleri de eklemek gerekmektedir.
Bu kısa açıklamanın ardından SSCB’ye baktığımızda, büyük ölçekli bir sanayi üretiminin söz konusu olduğu; üretim araçlarında her hangi bir değişimin olmadığı -yani aynı kapitalizmde olduğu gibi mesaili ve maaşlı çalışan işçinin bir üretim aracı olarak var olduğu ve avadanlığı ile birlikte fabrika üretiminin gerçekleştirildiği- ve bölüşüm aracı olarak da maaşın kullanıldığı bir iktisadi sistem görmekteyiz.
Tüketim tarzına gelince…Öncelikle tüketim tarzından bahsederken, üretimle amaçlanan hedefleri de bir faktör olarak değerlendirmek gerekir. Sistem ne olursa olsun, üretimdeki evrensel temel amacın, insanoğlunun ihtiyaçlarının karşılanması olduğu söylenir. Temel iktisat kitaplarında bu tanım yapılır. Aslında zurnanın belki de “zırt” dediği yer; tam da burasıdır. Bu noktada kapitalizmin doğası; insanoğlunun maddi “ihtiyaç”larının sonsuzluğu yalanını formüle etmeye ihtiyaç duymuştur. Bu noktada “büyük ölçekli sanayi tipi üretim” kapitalizm için olmazsa olmaz bir olgudur. Kapitalizm doğası gereği, “kâr realizasyonu”nu sürekli arttırmak için (“ihtiyaçların sonsuzluğu” ideolojisini kullanarak) “Sanayi Tipi Üretim Tarzı”na muhtaçtır... “Bilgi toplumu” kavramının altında yatan gerçek, üretim sistemindeki kökten bir değişiklik değil; sadece üretim tarzındaki inanılmaz bir yetkinleşmedir. Peki, soru şu: SSCB ya da reel sosyalist toplum olarak yutturulan ve dikkatli olunmazsa gelecekte de yutturulma ihtimali olan toplumsallaşma şeklinin neden “Sanayi Tipi Üretim Şekli”ne ihtiyacı vardır? Buradaki yanıt, “kralı” tam olarak “çıplak” bırakmaktadır…Ya da şapka düşer; kel görünür…Marksizmin teori ve söylemdeki amacı, bu üretim şeklini kullanarak, kabaca komünizme, yani ihtiyaç kavramının insan lügatından silineceği “bolluk toplumu”na ulaşmaktır... Daha doğru deyişle “nerede ve “ne zaman” gerçekleşeceği belli olmayan” “flu” bir ütopyadır söz konusu olan… O zamana kadar; “Haydi yoldaşlar fabrikalara; ücretli köleliğe- daha da yoğunlaşmış bir şekilde- devammm!… Pratikte ulaşılan nokta ise, bizzat teoriden başlanan “ekonomizm”in bataklığıdır... Üretici güçlerdeki gelişmeyi sihirli bir formül olarak aldığınızda, oluşacak sonuç baştan bellidir...
Bir çok Marksist şöyle bir değerlendirme yapabilir: “İnsanoğlunun maddi ihtiyaçları sınırsız değildir, bu kapitalist sistemin ideologlarının bir uydurmasıdır ve temel ihtiyaçlar, günümüzde bilgi teknolojisinin ulaştığı gelişmişlik düzeyi ile rahatlıkla planlanabilir. Sınırsız tüketim belasından kurtulduğumuzda insanoğlunun iç dünyasını zenginleştirmek için gereken çalışma süresinin kısaltılması gerçekleşebilir...”. Pek güzel ve bir an olsun inandığımızı varsayalım... İşte tam da bu noktada şöyle bir soru sormak gerekiyor: “Tüm bunları “kim” ya da “nasıl bir mekanizma”; “nasıl bir yöntem kullanarak” yapacak? Geniş yetkilerle donatılmış siyasilerden ve teknokratlardan oluşan bir konseyin; masa başında ya da engin teorik birikimine ekleyeceği yerel keşif çalışmalarıyla mı?... Ya da yine eskisi gibi proletaryanın çelik disiplinli öncü partisi mi?... (Bu noktada, bazı başka Marksistlerin savunduğu ama bence başka bir dünya kavrayışının-anarşist bakışın- emareleri olan; “özyönetim”, “yerinden ve/veya yerinde yönetim” olgu ve kavramlarına değinmek gerekiyor... Bu olgular çerçevesinde oluşturulacak bir organizasyon içerisinde, her hangi bir yerel bölgede, o bölgenin ihtiyaçları için, o bölgenin bireyleri tarafından alınacak kararların, yine o bölge insanları tarafından uygulaması mıdır kastedilen; yoksa, “demokratik merkeziyetçilik” gibi, yine “siyasi temsil” ucubesi olan bir sistem midir söz konusu olan?... Eğer gerçekten, “özyönetim” kavramından, bir özgür otonomlar birliğini anlıyorsak, bunun adı da, yaşama yansıması da başka bir şey olacaktır...)
Sorular çoğaltılabilir… Ama öncelikle şuna yanıt aramak gerekir: “Eğer bütünlüklü, total bir çözüm peşinden gidiliyorsa, kapitalist sistemi yaklaşık bir 400 sene; özel mülkiyeti ise binlerce yıl yaşamış insanoğlu, tüketim hırsını, sahip olma ve iktidar olma güdülerini, top yekun nasıl dizginleyecektir?”
Evet!.. Yukarıda da değindiğim gibi üretim şeklini sadece sahiplilik temelinde açıklayamayız. Bir üretim şekli, üretim araçlarının sahiplik tarzının yanı sıra; bu araçların özelliği (köleci dönemde insanın direk bir üretim aracı olması gibi), üretme tarzı (ölçek/nicelik/iş bölümü gibi) çoğaltılabilecek tüm bu faktörlerin toplamı ile açıklanır. Ayrıca iktisadi sistemin geneline bakıldığında, buna tüketme tarzı ve bölüşüm tarzı gibi kriterleri de eklemek gerekmektedir.
Bu kısa açıklamanın ardından SSCB’ye baktığımızda, büyük ölçekli bir sanayi üretiminin söz konusu olduğu; üretim araçlarında her hangi bir değişimin olmadığı -yani aynı kapitalizmde olduğu gibi mesaili ve maaşlı çalışan işçinin bir üretim aracı olarak var olduğu ve avadanlığı ile birlikte fabrika üretiminin gerçekleştirildiği- ve bölüşüm aracı olarak da maaşın kullanıldığı bir iktisadi sistem görmekteyiz.
Tüketim tarzına gelince…Öncelikle tüketim tarzından bahsederken, üretimle amaçlanan hedefleri de bir faktör olarak değerlendirmek gerekir. Sistem ne olursa olsun, üretimdeki evrensel temel amacın, insanoğlunun ihtiyaçlarının karşılanması olduğu söylenir. Temel iktisat kitaplarında bu tanım yapılır. Aslında zurnanın belki de “zırt” dediği yer; tam da burasıdır. Bu noktada kapitalizmin doğası; insanoğlunun maddi “ihtiyaç”larının sonsuzluğu yalanını formüle etmeye ihtiyaç duymuştur. Bu noktada “büyük ölçekli sanayi tipi üretim” kapitalizm için olmazsa olmaz bir olgudur. Kapitalizm doğası gereği, “kâr realizasyonu”nu sürekli arttırmak için (“ihtiyaçların sonsuzluğu” ideolojisini kullanarak) “Sanayi Tipi Üretim Tarzı”na muhtaçtır... “Bilgi toplumu” kavramının altında yatan gerçek, üretim sistemindeki kökten bir değişiklik değil; sadece üretim tarzındaki inanılmaz bir yetkinleşmedir. Peki, soru şu: SSCB ya da reel sosyalist toplum olarak yutturulan ve dikkatli olunmazsa gelecekte de yutturulma ihtimali olan toplumsallaşma şeklinin neden “Sanayi Tipi Üretim Şekli”ne ihtiyacı vardır? Buradaki yanıt, “kralı” tam olarak “çıplak” bırakmaktadır…Ya da şapka düşer; kel görünür…Marksizmin teori ve söylemdeki amacı, bu üretim şeklini kullanarak, kabaca komünizme, yani ihtiyaç kavramının insan lügatından silineceği “bolluk toplumu”na ulaşmaktır... Daha doğru deyişle “nerede ve “ne zaman” gerçekleşeceği belli olmayan” “flu” bir ütopyadır söz konusu olan… O zamana kadar; “Haydi yoldaşlar fabrikalara; ücretli köleliğe- daha da yoğunlaşmış bir şekilde- devammm!… Pratikte ulaşılan nokta ise, bizzat teoriden başlanan “ekonomizm”in bataklığıdır... Üretici güçlerdeki gelişmeyi sihirli bir formül olarak aldığınızda, oluşacak sonuç baştan bellidir...
Bir çok Marksist şöyle bir değerlendirme yapabilir: “İnsanoğlunun maddi ihtiyaçları sınırsız değildir, bu kapitalist sistemin ideologlarının bir uydurmasıdır ve temel ihtiyaçlar, günümüzde bilgi teknolojisinin ulaştığı gelişmişlik düzeyi ile rahatlıkla planlanabilir. Sınırsız tüketim belasından kurtulduğumuzda insanoğlunun iç dünyasını zenginleştirmek için gereken çalışma süresinin kısaltılması gerçekleşebilir...”. Pek güzel ve bir an olsun inandığımızı varsayalım... İşte tam da bu noktada şöyle bir soru sormak gerekiyor: “Tüm bunları “kim” ya da “nasıl bir mekanizma”; “nasıl bir yöntem kullanarak” yapacak? Geniş yetkilerle donatılmış siyasilerden ve teknokratlardan oluşan bir konseyin; masa başında ya da engin teorik birikimine ekleyeceği yerel keşif çalışmalarıyla mı?... Ya da yine eskisi gibi proletaryanın çelik disiplinli öncü partisi mi?... (Bu noktada, bazı başka Marksistlerin savunduğu ama bence başka bir dünya kavrayışının-anarşist bakışın- emareleri olan; “özyönetim”, “yerinden ve/veya yerinde yönetim” olgu ve kavramlarına değinmek gerekiyor... Bu olgular çerçevesinde oluşturulacak bir organizasyon içerisinde, her hangi bir yerel bölgede, o bölgenin ihtiyaçları için, o bölgenin bireyleri tarafından alınacak kararların, yine o bölge insanları tarafından uygulaması mıdır kastedilen; yoksa, “demokratik merkeziyetçilik” gibi, yine “siyasi temsil” ucubesi olan bir sistem midir söz konusu olan?... Eğer gerçekten, “özyönetim” kavramından, bir özgür otonomlar birliğini anlıyorsak, bunun adı da, yaşama yansıması da başka bir şey olacaktır...)
Sorular çoğaltılabilir… Ama öncelikle şuna yanıt aramak gerekir: “Eğer bütünlüklü, total bir çözüm peşinden gidiliyorsa, kapitalist sistemi yaklaşık bir 400 sene; özel mülkiyeti ise binlerce yıl yaşamış insanoğlu, tüketim hırsını, sahip olma ve iktidar olma güdülerini, top yekun nasıl dizginleyecektir?”
(Yeri gelmişken bu tür sorulara, dinsel
temelli bir bakışla da olsa, bence en doğru yanıtlardan birisini, “Küçük
Güzeldir…” kitabıyla; Hıristiyan öğretisine inanan ama muhalif, hatta
“anarşist” düşünceyle çok paralel şeyler söyleyen “E.F. Schumacher”
vermiştir. Kitabın ismi bile bir çok şeyi anlatmıyor mu? “Küçük güzeldir’…”
Aşağıda bu kitapla ilgili bir şeyler yazdım)
Tüketici Birey...
Evet sıra geldi sacayağını tamamlayan
üçüncü ayağa: “Tüketici birey...” Öncelikle modern muhalif algılayışta yaygın
bir şekilde var olan “tek bireyin suçsuzluğu” algısından bir an önce
vazgeçmemiz gerekmektedir. Kendine düşen sorumluluğu, “parti” gibi, “sistem”
gibi, “tanrı” gibi, onayladığı ya da onaylamadığı olgulara teslim etmeyen ve
liberal ve Marksist bakıştaki gibi daha çok “bilimsel bir soyutlama” olarak
dikkate alınandan farklı olan, yaşayan, kanlı canlı birey; belki de
insanoğlunun özgür ve mutlu olabileceği farklı bir toplumsallaşmanın temel
dinamiğini oluşturacaktır. Burada yaptığım birey vurgusunun ve özgürlük
algısının; liberal bireysellik anlayışının ve özgürlük algısının yansıması
olan, dayanışmadan yoksun, rekabetçi, bencil ve sorumsuz bireyle ilgisi yok
elbette... Öncelikle “haz”ın kaynağını, “kendine ve
doğaya yabancı bir üretim şekli sonucu oluşan sınırsız tüketimde” ve “maddeyi
ele geçirmede” değil de; doğanın sıradan bir üyesi olduğunun bilincinde olarak,
doğanın ve yaratıcı düşünsel ve sanatsal üretimin bizzat kendisinde arayan, modernizmin
hem bireye yansıyan ve hem de, belki de onda sürekli uç veren yapay
süreçlerinden kendini soyutlamaya ve gerçekten özgürleşmeye çalışan bireyden
bahsediyorum... Bir çok insana- kendim de dahil- çılgınca bir ütopya olarak
gelebilecek, çok zorlu bir süreçten bahsettiğimin farkındayım... Ama çok
bilinen anarşizan bir gerçek vardır: “Önemli olan yoldur; hedef ya da
sonuç denen şey, yolda oluşan tüm sürecin ve yolun bizzat kendisidir...”
Yapılması gereken, özgürlüğü ve gerçekten kardeşçe yaşamayı arzulayan
bireylerin, yeni yaşamsal denemelere girmeleridir.
Unutulmaması gereken en önemli şey;
tüketici bir iktisadi unsur olarak ele alınan ve ruhlarımızdaki adil ve özgür
insanın jandarması yapılan “birey” kavramı ve realitesi;
kapitalizmin mikro iktidarının temel dayanağı olduğu gerçeğidir.
Alternatif İktisadi Bir Bakış (Küçük
Güzeldir!…)
Alternatif bir iktisadi bakış öncelikle, doğa-insan-iktidar-teknoloji zinciri
içerisinde yaklaşmak zorundadır konuya. “İnsanoğlunun ihtiyaçlarını karşılama
çabası” olarak tanımlanan iktisadın -ki ben bundan sonra “doğal iktisat”
diyeceğim- gerçekten “alternatif” bir öze sahip olabilmesi için, doğayla
uyumlu; her türlü iktidar oluşumunu engelleyecek, canlı, küçük ve yerel
birimlerin kendi ihtiyaçlarını yine
kendilerinin belirleyebileceği ve karar alıp uygulayabileceği bir yapıda; hem
iktidar oluşumuna neden olmayacak hem de insanın yaşamına yabancı olmayan;
hakim olunabilinen ve onun yeteneklerini köreltmeyen, yani yalın bir
teknolojiden yararlanan bir yapıda olmalıdır. Ve tüm bu “doğal iktisat”
perspektifinin ana hedefi; doğaya uyumlu, onunla harmanlanmış ve kurumsal her
türlü iktidarı dışlayan ve tabiatıyla özgürlükçü ve eşitlikçi bir insan
sosyalleşmesine hizmet etmek olmalıdır.
Kapitalizmin, daha doğrusu her türlü dev
ölçekli sanayi tipi üretim tarzlarının, bu noktadaki en önemli sorunu ya da
yanılgısı yapısaldır. Dinsel-ahlaki bir dünya görüşüne sahip, ama kendisi
dillendirmese de “anarşist ütopyalara” çok yakın duran iktisatçı E.F.
Schumacher’in “Küçük Güzeldir!…” kitabında vurguladığı gibi; Kapitalist
İktisadi Sistemin, “üretim” sorununu çözdüğü iddiası gerçek değildir: “Üretim
sorunu çözüldü, artık gelişmiş ülkelerde çalışma saatini kısaltabilir ve
gelişmemiş ya da az gelişmiş ülkelere “teknoloji” götürebiliriz…” Üretim
sorununun çözüldüğü yolundaki iddianın dayanaksızlığı, doğal kaynakların bir
gelir unsuru; sanki insanoğlunun kendi ürettiği bir sermaye gibi görülmesidir.
Yazarın verdiği güzel bir örnek var: Bir kapitalist şirketi düşünmemizi istiyor
yazar; “100 birim olan sermayesinin- büyük bir ihtimalle büyük bir kısmı
başkasının kaynağı olacaktır, (kredi vs.)- hepsini kullanıp; sadece 50 birim
üretim çıktısı alan bir firmanın, kara geçtiği iddia edilebilir mi?..” İşte
doğa karşısında kapitalistin durumu aslında; kapitalist anlamda verimsiz ve
aptal bu firma gibidir. Tek fakla, kapitalistler hiç de aptal değildir. Tüm
canlı türlerinin ortak malı olan doğal kaynakları tüketiyorsun; sonra da “Ey
millet, bakın üretim sorununu çözdüm. Az bekleyin bölüşüm sorununu da
çözeceğiz!…O zamana kadar haydi fabrikalara, bant üzerinde eblehleşmeye ve
ücretli köleliğe devam!…Doğa mı boş ver onu; o benim altımdaki karım gibidir…”
Hey toprak ana; heyyyy”…
Kapitalizmin ve sosyalist (!) ekonomi
deneylerinin, başka yollardan da olsa ortak iddiası, ihtiyacın sona ereceği
zamanlara ulaşmaktır. Birisi buna “dünya refahı” der; ötekiyse “komünist
ütopya”… Her ikisinin de buna ulaşmak için izlediği üretim modeli “dev ölçekli
sanayi üretimi”dir… Kapitalizm için asıl
amaç “kar”ı arttırmak için satılabildiği kadar satmak ve olabildiğince düşük
üretim maliyetidir. Bunun için, üretimde neredeyse “0” işçiyle çalışabilmek, onun en
büyük düşüdür. O bir işin verimliliğini, “kar”a endekslemiştir. Ama üreten,
çalışan kanlı canlı insan yoksa; ortada üretilen malı satın alabilecek kimse de
yoktur…O yüzden “Haydi!… Hurra!… Yine ücretli köleliğe devam…” Kapitalizm hiç
bir zaman, “verim”i; yaşamın içinde, insanla barışık ve doğal olarak mesai
cenderesi olmayan bir “iş” olgusunda
–şirket ve fabrikalarda; yani modern ve gizli işkencehanelerde
yapılmayan- görmemiştir; doğası gereği de göremez. Bir işte kaç insanın
çalıştığı; yani kaç para ödendiği onun için önemlidir.
Asıl bu noktada Marksist’lere de sormak
gerekir: “Beyler siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?”... “Verimden ne
anlıyorsunuz?”... Kapitalizmle rekabet edebilecek bir sosyo-ekonomik yapının
ihtiyaçlarını karşılayacak “artı değer”in üretimini mi?… Komünist ütopyaya
ulaşmak için; daha kaç “Çernobil’e” ve “Yıldız Savaşları” na ihtiyacınız var?
Alternatif iktisadi bakış için önemli bir
konu da teknoloji kullanımıdır. İnsanoğlunun özgürlüğünün ve doğanın
geleceğinin –kaldıysa tabi...- teminatı olacak “otonom tipi” örgütlenmeler
için; düşük maliyetli, doğaya zarar vermeyecek bir yapıda ve insanoğlunun
yeteneğini köreltmeyecek yalınlıkta bir teknoloji ve/veya avadanlık öneriyor
Schumacher… Burda da “verim” ve “iş” kavramlarına başka bir bakış görülmekte…
İşte bu kadar basit: İktisat nedir ki? Yalın, kirlilik üretmeyen, yeteneği
köreltmeyen avadanlıklarla; insanla ve doğayla barışık bir “üretim” ve “iş”
sonucu; bağımsız ve küçük birimlerin kendi maddi ihtiyaçlarını karşılaması…
Gerçekten “Küçük Güzeldir!…
“Her Hangi Bir Bağımsız Yaşamsal Birimin
İhtiyaçlarını; Sadece O Birimin Üyeleri Belirlemelidir!…”
Aslında alternatif bir iktisadi davranış
şekli için sorun çok basittir: İnsanoğlunun maddi ihtiyaçları hiç de sonsuz
değildir. (Gerçi marksistler de, “Sosyalist Ekonomik Modeli”
savunurlarken aynı şeyi söylemektedirler…Ama onlara sormak gerekir: İhtiyaçlar
sonsuz değildir doğru... O halde “sanayi tipi üretim ve bu tarz sosyalleşme”
ısrarındaki amaç nedir? Bu soruyu basit
anlamda, “yaşanan an için, kaynakların, tüm insanlık için planlanıp; hakça
dağılımını sağlamak ve gelecek içinse, ihtiyaç kavramının ortadan kalkacağı bir
döneme ulaşmak için üretici güçlerin sürekli yetkinleşmesinin önündeki tüm
engelleri kaldırmak” diye yanıtlayacaklardır…Teorik olarak kulağa belki doğru
ya da olası gelmektedir; ama, hep yineliyorum: Bunun için kullanıla gelmiş olan
ve belki de kullanılması gereken katı “iktidar” gerçeğini ne yapacağız?...)
Evet maddi ihtiyaçlar hiç de sonsuz değildir…Ve dünyanın her hangi bir
köşesinde yaşayan insanların ihtiyaçları ve o ihtiyaçları giderme yöntemleri;
sadece ve sadece o insanlar tarafından oluşturulmuş canlı, küçük ve yerel birimler ya da otonomlar
içinde ve yine o insanlar tarafından belirlenebilir… “Verimlilik”,
“verimli çalışma şekli” gibi unsurlar bu çerçevede değerlendirilir. Dayanışma,
kendi ihtiyaçlarını, tamamen özgür bir şekilde belirleyen “otonomlar” arasında
olacaktır... Bunu gerçekleştirmek için de; tüm insanlık adına düşünme gibi naif
görüntülü bir küstahlığı yapan “merkezi bir
planlama ve karar alma süreci için gereken bürokratik yapıyı” ve
“pazar”
olgularını reddetmek gerekir.
Tekrar da yarar var: Her hangi bir bağımsız
yaşamsal birimin ihtiyaçlarını; sadece o birimin üyeleri belirlemeli ve kendi
ihtiyaçlarını öncelikle; kendi yaşadıkları yerin olanakları ölçüsünde
çözmelidirler. Bu, özgürlüğün en önemli teminatıdır. Bundan sonra gelecek
şeyler önemsiz değil belki ama; aslında ayrıntıdır. Mesela herhangi bir ürün
üretmek için, o ürün anlamında, o
yörenin olanakları sıfır ise; bu sorun “eşit birimlerin” kardeşçe mal değiş
tokuşu şeklinde çözülür vb.
Bu konuda biraz daha somuta girerek; “alternatif
yaşam ve sosyalleşme” denemeleri üzerine kısa, basit ve acemice olsa da
düşünmeyi deneyeceğim-sadece düşüneceğim çünkü; cılız da olsa bu konuda her
hangi bir deneyim yaşamış değilim-: Öncelikle basit bir soru; “Hiyerarşik
olmayan ve gönüllü katılıma dayalı otonomlardan oluşan bu tarz alternatif yaşam
formaları denemelerine neden ihtiyaç duyulur?... Doğal olarak, var olan ya da “alternatif” iddiasıyla ortaya çıkan, sosyo-ekonomik modellerin
özgür, barışçı ve doğaya uyumlu bir gelecek yaratabileceğine inanç duyulmadığı
için… Peki temel ve ilk davranış şekli ne olacaktır? (Belirtmem gerekir ki: Bu
bölümde ya da başka hiç bir yerde; bir davranış şekli ve hiyerarşisi
önermemekteyim…Sadece gücüm yettiğince yüksek sesli düşünmekteyim…Ve bir
davranış şekli sıralaması yapmaktayım ama bu sıra asla yaşamsal değil sadece
yazın yöntemi ile ilgilidir.) Öncelikle temel maddi ihtiyaçlar anlamında,
reddedilen sistemden olanaklar elverdiği ölçüde bağlantıyı kesmek
hedeflenecektir. (Yazının temel amacına küçük bir sıçrama yaparak:
Başka bir değişle “kurgusal” değil; “doğal iktisat” hedeflenecektir.) Ve
bağlantı ne oranda kesilirse, o oranda; içinde yaşanılan geniş sistemde var
olan tüm bireyler için önemli olan “fenomenler”, otonom ve otonomun görece
bağımsız bireyleri için önemsiz hale gelecektir (“iktisadi modeller”, “sadece o
sistemde işe yarayan teorik bilgiler ve uygulama alanları”, “bir işte,
yaşayabilmek için çalışmak zorunluluğu”, “açlığa ve yoksunluğa mahkum kalma
ihtimali”, “sosyal hiyerarşinin emrettiği bazı bağımlılıklar”,“para ve onunla
ilgili tüm kavramlar”, “eğitim alma zorunluluğu” vs… önemsiz hale gelecek
realitelerden bazılarıdır…) Ardından- aslında ardından değil birlikte- otonom
içi ilişkilerin, doğal ve baskıcı olmayan kendi iç mecrasında akması sağlanmaya
çalışılacaktır. Ardından otonomlar doğal kapasitelerinin üst sınırına
ulaştığında, sağlıklı bir bölünmeye- aynı canlı doğada olduğu gibi- uğrayıp;
çoğalacaklardır. Ve sürecin belki de en önemli aşaması, bu alternatif
denemelerin, kendi iç mecrasında, sancılı ama sağlıklı bir şekilde yaşamaya
başladığında, bir çekim alanı oluşturma ihtimalidir.
Bu arada, her hangi bir otonomu oluşturacak
bireyler de, doğal olarak içinde yaşadıkları toplumun zaaflarını
taşımaktadırlar. Ve hiç bir şey, sihirli bir elin dokunuşu gibi birden ve
sorunsuz olmayacaktır. İktidar illetinin en önemli kalesi ruhlarımızdır. Ama bu
tür ütopya denemelerinin belki de en
önemli avantajı, küçük, yaşayan, dolaysız ilişkilerin var olduğu, yenileşme ve
dayanışma birimlerinin üzerinden denenmesidir. Küçük birimlerin sorunları çok
daha kolay çözülür ve küçük birimlerde, bireyin kendisini geliştirme şansı çok
daha fazladır. Ama asla kapalı bir “cemaatçilik” değil önerim… Beyni ve
ilişkileri dünyaya ve diğer otonom denemelerine açık bir grupsallıktan
bahsediyorum…
Şu anda dünyanın hemen her yerinde, farklı
şekillerle de olsa yaşanan; kan bağına dayalı ve çoğu kez bir ahlaksızlık
kuyusu olan, hiç bir üretimin yapılmadığı “aile” denen sosyo-tüketim
birimlerini; kendi ailemizden başlayarak bir düşünelim. Var olan ve
önemsediğimiz ana, baba ve kardeş sevgisinden bahsetmiyorum – kaldı ki çoğu kez
o tür sevgileri bile sorgulamıyor muyuz?… Onlarla birlikte oluşturduğumuz, daha
doğrusu her türlü kurumsal iktidarın, muhtaç olduğu için dayattığı “aile”
kurumundan bahsediyorum… Sanayi tipi üretimin insanoğluna yaptığı belki de en
büyük kötülük; insanoğlunun üretim ve tüketim/yaşam alanlarını birbirinden
ayırmasıdır. Günümüzün “aile birliğinin” yaşadığı temel sıkıntılar iki noktadan
kaynaklanmaktadır: “Özgür seçime değil; kan bağına dayalı” ve belki de daha
önemlisi “üretim değil; tüketim temelli” bir sosyal birim olmasıdır. İşte
“otonom” tipi alternatif toplumsal modeller aslında “aile”nin bu iki temel
eksikliğini ortadan kaldıracak sosyal birimler olacaktır. Bu arada alternatif
de olsa her hangi bir sosyal birimi “fetişleştirmek” yapılacak en büyük hata
olacaktır. İktidar, bizzat iktidarsızlaşmak için kullanılan formların
fetişleştirilmesi ile de yaratabilir.
(Mümkün müdür, böylesi bir modelin yaşama
geçebilmesi?... Toplumsallaşma şeklinin ve dolayısıyla yaşam şeklinin
değiştirilmesine ilişkin çaba ve umutların böylesine sıfırlandığı bir dönem
yaşamadı insanoğlu ve dünya... Buradan bakıldığında umut yoktur... Aslında
nerden bakarsanız bakın pek umut vadeden bir süreç değildir... Hatta belki de
insanoğlunu bugünlere ulaştıran bir “doğası” vardır ve bu doğa,
milyonlarca kez geri dönülse de aynı sonuçları üretecektir ve biz farklı şeyler
düşünenler ya da ulaşılan noktaya uyum sağlayamayanlar, birer sosyolojik “mutan”larızdır...
)
Fabrikalarından
Aşağı……………..!…
Evet bunlar “ütopya”!…Evet bunlar, “kutsal
ekonomi ve sonuçlar dini” anlamında imkansız şeyler… Ama kim takar,
sistemin ihtiyaçlarını ve verili kabullerini…Önemli olan içten ve inatçı
denemelerdir… Önemli olan “yol”un kendisi; varılacak yer değil!…
Kapitalistlerin ve marksistlerin o çok önem
verdikleri “Ekonomi” tanrısı; o arz ve talep dengeleri, grafikler, marjinal
faydalar, munzam karşılıklar, KDV’ler, “şirketler” vs. vs.vs… Aynayı başka yere
tutuyorum: “Kolhozlar”, “Solhozlar”, “emek yoğun üretimler”, “NEP”ler,
“demokratik merkeziyetçi iktisadi ve politik modeller”vs… Ayna ikisinde de:
“fabrikalar”, “fabrikalar”, hep “fabrikalar”, işçiler, “ücretler”, “vergiler”
vs. Yeterrrrrrrrrrrrrrrr!… Bunlar onların iktisadı. Yani “sanayi tipi”,
tahakkümcü, hiyerarşik ve doğa ile uyumsuz sistemlerin iktisadı…
“Fabrikalarından aşağı…….”
Son
Yerine: “Pasifist Duruş…”
Yazımın sonunda iktisat olgusundan
uzaklaşıyorum. Bu noktada “şiddet”, “iktidar”, “politika” ve “devrim”
gibi olgulara özel bir yer ayırmak istiyorum… Çünkü bence “zurnanın
zırt dediği yer” bizzat bu olgulardır… Zurna, “özgürlük”, “eşitlik”,
“kardeşlik”, “doğaya uyum”, “özgür ve dürüst aşk” şiarlarında “zırt”
dememektedir ...
Mülkiyetci ve tahakkümcü sistemler, iktidar
kullanımı konusunda öylesine yetkinleştiler ki; iktidarı ve iktidar
yöntemlerini, kendisine radikal bir tarzda muhalefet eden kesimlerin içine bile
salabilecek hale geldiler.
Mesela “devrim” olgusuna ilişkin kendi
algılamamı aktarırsam sorunu çok daha somut bir şekilde koyabilirim gibime
geliyor. Öncelikle Bozkurt Güvenç ve Freud’tan yardım alarak antropolojik bir
birey tanımı yapmak istiyorum: “İnsan, biyolojik özellikleri ile toplumsal
sistemin etkileşmesi sonucu oluşan “ruhsal (düşünsel)” bir iç dünyaya sahip ve
bu üç özelliğinin sürekli etkileşiminden müteşekkil organik bir bütündür.”
Yani, “beden ve sosyal ilişkiler ve bunların genel tarihi” gibi iki somut olgu
ve “ruhsal yaşam ve onun özel tarihi” türünden nispeten soyut bir olgudan
oluşmuş organik bir yapıdan bahsediyoruz. Anarşist (bu sözcüğü kullanmayı çok
da sevmiyorum…Daha doğrusu düşüncelerin her hangi bir sembol sözcükle
açıklanması, iktidara yakın duran bir davranış şekli gibi geliyor bana… Ama
bazen mecbur kalınıyor) bir “Devrim” perspektifinin asıl odaklanacağı alan; bu
basitçe tanımladığım birey olmalıdır. Bireyin iç dünyasındaki devrimci değişim;
aslında sadece anarşist yapılanmaların değil tüm muhalif unsurların yaşamda kök
salmalarının en önemli teminatıdır. Bu odaklanma ile ilgili birincil faaliyet
alanı ise; başka bir deyişle dışsal faaliyet alanıysa- yani sosyal alan- otonom
örgütlenmeleri olmalıdır. Bir anaşist faliyet, sosyal değişimi, bu otonom
projeleri üzerinden hedeflemelidir.
Farklı bir şekilde- eksikli ve basitçe-
örneklemek gerekirse; Anarşit eylem ve düşünce tarihinin, “yıkma” özünün
temsilcisi olan Bakunin’den çok; onun “yapma” özünün temsilcileri olarak
gördüğüm “Phrodon”, “Kropatkin”, “Gandi”, “Tolstoy” ve “Ursula L. Kuin” gibi
kişilerin düşüncesine yakın duruyorum. Yani işin politika kısmını daha çok
“Bakunin” temsil ediyor gibime geliyor. Bakunin deyince de aklıma- ne yazıkki-
daha çok “Hançerci” Naçayev geliyor…-Tabi böyle bir düşünceye yakın durmamda,
psikolojik realitemdeki, fiziksel baskı ve şiddetten “tırsma” özelliğimin de
payı var- Bazı anarşist duruş ve eylemlilikler; politika, yıkma, şiddet,
gizlilik, illegalite, hücre tipi örgütlenme gibi bana hafakanlar bastıran
özelliklere sahip ve bunlar, eski Marksist geçmişimden anıları
canlandırıyor…Evet anarşizmde “yıkma” vardır…Ama ben bu “yıkma” yı öncelikle
bireyin iç dünyasında algılıyorum ve sistemle bağlantıyı kesme denemeleri olarak
gördüğüm “otonom” tipi örgütlenmelerin; bizzat yaparak “sistemin” ideolojik ve
yaşamsal temellerine konacak sessiz bombalar olduğunu düşünüyorum…
Ama bununla birlikte mesela “askerliğe
karşı vicdani redler”; “nükleer santral vs. gibi toplumsal ve doğal yapıya
yönelik tehditler karşısında konacak eylemlilikler”; “hayvan itlaflarına
yönelik savunma amaçlı gece baskınları- çünkü hayvanlar geceleri öldürülüyor;
suçun geceye ve gizliliğe ihtiyacı vardır- gibi yaşamsal ya da protestoya
yönelik pasif direnişleri olumlu buluyorum.
Seni gidi “pasifist” mi dediniz? Ne diyeyim
“allah razı olsun!”…
Evet!… “Fabrikalarından, şirketlerinden,
parti ve parti tipi örgütlenmelerinden aşağı…!”
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Bu
toprakların bir şairinin, diğer bir şairine dediği gibi: “Edip!... Bu mektubumu
oku ve ister yanıtla, istersen yırt at… İşimiz mi yok; işimize bakalım!…
11.05.2008
0 yorum :: Sanayi Tipi Toplumsallaşma Üzerine..!
Yorum Gönder