Orhan Gökdemir
Cahil, her şeyi kendisinden başlatır. Tak
tanrılı dinler, yeni bir ahlak yaratmanın ötesinde örgütlenmiş cahilliktiler.
Her şeyi kendilerinden başlatmak için, içinden çıktıkları eski inançları
yıktılar. Eskiden duydukları korku nedeniyle yeni oldular. Tarihsiz bir halk
yaratıp, yeni bir tarihin kapısını açtılar.
Her şeyi kendisinden başlatan cahildir. Museviliğin içinden
çıkan Hıristiyanlık bütünüyle yeniydi. Bir Yahudi tarikatı olmak üzere
çıktıkları yolu yeni bir din olarak tamamladılar. Görünüşe göre Hıristiyanlık
Yahudilerce katledilmiş ikinci peygamberin dinidir, korktuklarını ve
korkuttuklarını ama mutlaka unuttuklarını tahmin edebiliriz.
Çok korktukları ve çok unuttukları için katledilmiş peygamberlerini tanrı
ilan ettiler; bütünüyle yenidir. Baba-oğul-kutsal ruh, Musevilikten kesin
uzaklaşma ve Yunan çoktanrıcılığına kesin bir geri dönüştür. Havari Pavlus ile
Tutankhamun arasında bir bağ var ve şimdi görebiliyoruz. “Pavliamon” pek
yakışmaktadır ve eninde sonunda hepsi amonculuğa bir geri dönüştür. Aton, Amon
ile birlikte var ve sorun Aton’un Amon’u kabul etmemesidir, tek olmak şartı
var. Amon için ise Aton’un varlığı sorun olmamaktadır ve böylece “çok”
olmaktadırlar. Hıristiyanlar Museviliğin tek tanrıcılığından çok uzaklaştıkları
için eski “kanon”u sahiplenmekte bir sakınca görmediler, “çok” ve yeni oldular.
“Eski”si içinde var ve buna karşın Yeni Ahit yenidir.
Yeni Ahit’in yeni olmasının nedeni,
eskisinin çok sık yenilenmesidir. Her dönemde ihtiyaca göre yeniden şekillendirildiler
ve giderek Musa’nın dini olmaktan uzaklaştılar. Sonunda “çalın” bir emir olarak
Eski Ahit’te yerini aldığında, eskisi bütünüyle yeni olmuştu. “Ve Mısırlıların
gözlerinde bu kavma lütuf vereceğim; ve belki vaki olacak ki, gittiğiniz zaman,
eli boş gitmeyeceksiniz; fakat her kadın komşusundan, ve evinde olan misafirden
gümüş şeyler, ve altın şeyler, ve esvaplar isteyecek; ve oğullarınızı ve
kızlarınızı onlarla süsleyeceksiniz; ve Mısırlıları soyacaksınız.” (1)
Soymayı emreden dinin hükümsüz ilan edilmesi yerindedir.
Muhammediye ise, Hıristiyanlığın bu kesin
geri dönüşüne bir cevap olarak çıktı. Onun yüzünü eskisine dönmesi
kaçınılmazdı; İsrailiyat, Muhammed’in başlangıçtaki niyetlerini anlatır
bize. Tek tanrıcılığın bu ikinci parlayışı, ne Atonculuğu ne de Atoncu
Museviliği yeniden yükseltecek bir kültürel yeterliliğe sahipti. En parlak
döneminde yüzünü pagan Yunan dinine ve felsefesine çevirdi. Kendinden
öncekileri reddede reddede sahiplendi. Devrimler hep kısa ve karşı devrimler
hep uzundur. Çünkü korku zamanı uzatır. Yeniler eskileri yenileyerek
sahiplendi, eskiler yenileri reddetti. Tek tanrıcı her kısa kalkışma, uzun
bir çoktanrıcılığın kapısını araladı. Kaderlerindeki ortaklık görmek çok
zordur.
Atoncu din, bütün tapınakları yıkarak
geldi. Çıkışındaki yenilik kesindir ve “tek”tir. El, ilahtır; elohim ilahlar.
Musevi “tektanrıcılığı”nın dili ise budur. El, Fenikelilere göre büyük gök
tanrıdır ve bütün ikinci derece tanrılar bu gök tanrı tarafından yaratılmıştır.
İsrail inançlarına göre bu baş tanrının Aşherat adında bir yardımcısıyla Anat
ve Elat adında iki kızı vardı. İslamiyet’ten önceki Araplarda da baş tanrı
El’in Allat, Manat ve Uzza adında üç kızı olduğuna inanılırdı. Bunlar bir yana
Azra-il, Cebra-il, İsraf-il ve Mika-il de “el”den işaretler taşımaktadır.
Allah’ın yardımcıları hep vardı; ikincil tanrılar veya melekler, adı her ne
olursa olsun bu çok tanrıcılık demektir.
Peki Musevilikten önce Beni İsrail,
Hıristiyanlıktan önce Hıristiyanlar, İslamiyetten önce Araplar dinsiz miydiler?
“Putatapar” oldukları hep söyleniyor ama put hiçbir zaman ortak bir yere işaret
etmez. Yahudilerin atoncu veya amoncu, Hıristiyanların Yahudi, Müslümanların
ise Yahudi-hıristiyan veya sabi olmamaları şaşırtıcıdır. Ya bellekleri
silinmiştir ya da eski ile yenisi arasındaki fark belirsizleşmiştir. Eski ile
yeni arasındaki farkın ortadan kalkması için ise cehalet şarttır ve her yeni
dinden önce bir “cahiliye” dönemi kaçınılmazdır. Sabilikte namaz var-farkı 7
vakit olmasındadır-Yahudilikte sünnet var ve her ikisi de İslamiyet’ten
öncedir. Mekke, İslamiyet’ten önce de –güneş tapınağı- bir hac yeridir. Ancak
yeniler için artık hepsi yenidir.
“Mutluluk cahillikte” diyen Yunan
filozofu belki de bunu kastediyordu. Unutanların ve yeniye koşulsuz teslim
olanların-buna iman diyoruz-mutlu olduklarını biliyoruz. İlk
Hıristiyanlar ve ilk Müslümanlar en çok mutlu olanlardı; cahillikten en fazla
marjinal faydayı sağlamış olduklarını söyleyebiliyoruz.
Ancak unutmada sıkıntı yaşayanlar hep
olmuştur ve bu sıkıntılılar eski inanışları yeni dinin içine taşıyanlardır.
Yunan kültürünün içinde doğmuş olan ve onu bir anlamda yok eden Hıristiyanlık,
bunun karşılığını “baba-oğul-kutsal ruh” teslisi ile ödemişti. Meryem ve oğlu
ise kuşkusuz ilhamını İsis-Horus geleneğinden almıştı. Bu ödünç almaların Mısır
kültürü ile yoğrulmuş Yunan halkı için Hıristiyanlığa sempati yaratmada etkili
bir araç olduğunu teslim etmeliyiz. Ana tanrıça dahil, kökleri
bulanıklaştırılmış Hıristiyanlık bizim anladığımız anlamda bir tektanrıcı din
değildi. Çok tanrıcılık Hıristiyanlığa sızmış bir Yunan geleneğiydi.
Köklerinde hep Musa var, bunu atoncu din
var diye de anlayabiliriz.
Moşe veya Musa, Mehmet Ali Ayni’nin Eski
Yunan ve Mısır yazarlarına gönderme yaparak aktardığına göre “Mısır hükümdarı
II. Ramses’in kız kardeşinin oğlu(ydu) ve Mısır dilince adı ‘Hozarsif’ti.” (2)
Ceram da, Musa’nın II.Ramses’in sarayında yetişmiş olduğunun sanıldığını not
etmektedir. (3) Musa Mısır’da yüksek bir tahsil görmüş ve oradan
kaçışından önce ruhban arasında büyük bir mevkiye yükselmişti.
19. Hanedan’a mensup II. Ramses 1290-1224
yılları arasında iktidardaydı. Mısır’daki tek tanrıcı devrim ise IV. Amenofis
(1353-1335) zamanında gerçekleşmişti. Amenofis, prens Tutmose’nin ölümünden
sonra veliaht prens olmuştu. Bir din yaratmış ise “Tut-mose” adının yaşatılmış
istenmesi doğaldır, yol açıcılara saygı var. Moşe veya Musa’yı böyle
açıklayabiliriz. İnancından dolayı adını değiştirecek kadar tutkulu ve yeni bir
başkent kuracak kadar kararlı IV. Amenofis’in devrimi uzun ömürlü olmayacaktı. Ölümünün
ardından tam bir karşı devrim yaşandığını, muhaliflerinin mumyasını
parçalayacak kadar kinle dolu olduklarını biliyoruz. Yeni adıyla Ekhnaton,
Nefertiti’nin kocası Tutankamun’un babası veya kayınbabasıydı. “Kafir Kral’ın
yerini alan Tut-ank-amun, devrimci dinin haini oldu.”
Hain, bir kaynakta şöyle anlatılıyor:
“Onsekiz yaşında ölmüştü. Onun ‘Ekhnaton’un, ‘Kafir Kral’ın damadı olduğu kesin
olarak biliniyor; belki üstelik öz oğluydu da. Gençliğinde kayınbabasının din
reformu sırasında, o da Aton’a tapmıştı. Sonradan tekrar eski dine döndüğünü
adının değişmesi gösteriyor. Tut-enkh-Aton, Tut-enkh-Amun olmuştu.”(4)
Tahta, karısı Ankhes-en-Amun sayesinde geçmişti. Adlardan bir devrim ve karşı
devrim çıkarabiliyorsak, Ankhesenamun’un da “Kafir Kral”a yapılan darbenin
içinde olduğunu söyleyebiliriz. Debdebeli bir törenle gömüldü. Mumyası
yağmacılardan kurtuldu. Mezarını bulan Carter’in söylediği gibi Tutankamun’un
yaşamında en dikkate değer şey, yalnızca ölmüş ve gömülmüş olmasıydı.
II. Ramses’in dönemi bir “barış”
dönemiydi. Ramses Barışı, devrimin kesin olarak bastırılması anlamındadır.
Kadeş savaşından sonra dini devrimin büsbütün unutulduğunu ve son inananlarının
büyük bir ümitsizliğe kapıldığını düşünebiliriz. İlk tek tanrılı dinin kurucusu
IV. Amenofis artık “Kafir Kral”dı. Mose’nin inancını koruyanlar arasında olup
olmadığını ise ne yazık ki bilemiyoruz; her şeyi büyük bir tutkuyla kayda
geçiren bu halk Musa’yı ve ardından sürüklediği İbrani “köleleri” kayda değer
görmemişlerdi! Bir kaynağa göre Musa’nın kavmi ile birlikte Mısır’dan çıkması
Tutankamun zamanına rastlamaktadır. (5) İhanet varsa çıkış da vardır.
Çıkış olmuştur. Çıkışta bir devrim var mı, tartışmalıdır. Tartışmasız olan ise
şu: Hıristiyanlık ve İslamlık daha doğmamışken ölmüş bir dünya, en önemsiz
sakinlerinin diliyle konuşuyordu artık.
Beni İsrail’in onu kendi kavminden
saymasına karşın belli ki Musa onlardan değildi. Voltaire soruyor: “Issız bir
çölde Musa hangi dilde yazmıştır? Olsa olsa ancak Mısır diliyle; çünkü bu
kitaptan anlaşılıyor ki Musa da, bütün ümmeti de Mısır’da doğmuşlardır. Başka
bir dil bildiklerine olasılık verilemez.”(6) Herhalde çıkanlar arasında
Mısırlılar da vardı ve İsraillilerle bir bulaşma olmuştu. Sünnet dahil birçok
Mısır geleneğini yeni kavmine öğretmiş, uygulanmasını sağlamıştı; bunlar İsrail
oğullarının bilmediği geleneklerdi. Freud buradan yola çıkarak şunları
yazmaktadır: “Musa Yahudilere yalnız yeni bir din getirmekle kalmayıp, onlardan
sünnet buyruğuna da uymalarını istediyse, o zaman bir Yahudi değil, bir Mısırlıydı;
o zaman Musevilik belki de bir Mısır diniydi ve Mısır halk diniyle arasındaki
karşıtlıktan ötürü dar bir çerçeveyle sınırlı kalmış Aton diniydi bu da;
nitekim, bu dinle sonraki Musevilik arasında bazı dikkati çeken noktalarda bir
uyuşmanın varlığını saptayabilmekteyiz.”(7) Uyuşmamazlıklar ise yeni bir
karşı devrimin habercisidir. “Sami boylarıyla anlaştı Musa, onların başına
geçti, ‘güçlü bir elin aracılığıyla’ Mısır’dan çıkmalarını sağladı. Tevrat’ta
anlatılanların tam tersine bu çıkışın kavgasız gürültüsüz ve Mısırlıların
herhangi bir takibine uğranılmadan gerçekleştiğini kabul etmek yerinde
olacaktır. Musa’nın otoritesi, Mısır’dan çıkışı sağlamıştı. Zaten Mısır’da
ilgili çıkışı engelleyecek merkezi bir güç görünürde yoktu.” (8)
Çıkıştan sonra Ekhnaton’un kararlı Peygamberinin öğretilerinin Yahudilerin
dışında da kabul görmesi doğaldır.
Yalnız, Mısır’ın eskilerinin yürürlükte
olduğunu unutmamak gerek. Voltaire, Felsefe Sözlüğü’nde şunları kaydediyor:
“Yahudilerin Musa’ya dair dedikleri her şeyi, Doğu masalları yüzyıllardan beri
Bakkhos’a mal ediyordu. Bakkhos, suları kana çevirmiş, Bakkhos değneğiyle,
tanrının günü mucizeler göstermişti.”(9) Bütün bunların Musa’nın iradesi
dışında Yahudilerce bir araya getirildiklerini tahmin edebiliriz.
Bakkhos, Dionysos’un çeşitli adlarından
biri. Dionysos dini gereğince dağlarda yapılan törenlerde dionysos onların
karşısına hayvan şeklinde (genellikle boğa) çıkar, müritler onu yakalayıp
parçalar ve çiğ çiğ yer, böylelikle tanrılığa ulaşmaya çalışırlardı. Beni İsrail
de “Eski ahit”e göre, Musa biraz gecikince Harun’dan kendileri için bir buzağı
yapmasını dilemişler, hemen oracıkta yaptıkları mezbahta kendilerini Mısırdan
çıkaran tanrıya kurbanlar adamışlar, yemek ve içmek için oturmuşlardı.(10)
Cehaletin farkları ortadan kaldırdığını ve
her şeyi düzlediğini biliyoruz. Musa’da düzlenmişler arasındadır ve hakkında
son derece sınırlı bilgilere ulaşabiliyoruz. Yine de bir arkeolojik kazı için
imkanlar vardır. Friedman’a göre Musa’nın eşi Etiyopyalı bir siyahiydi. Kutsal
kitaptaki öyküye göre bu Harun ve Miryam açısından bir sorun olarak
algılanıyordu ama bu algılama Musa, karısı ve kayınpederinde yoktu. Ne yazık ki
Musa’nın rengini de bilemiyoruz; mucizelerinden birinin elinin derisini “bir
cüzamlının eli gibi beyaz”a dönüştürmek olduğundan yola çıkarak rengiyle de
kitlesinden ayrılabilmesi mümkündür. “Ve yine Rab ona dedi: şimdi elini koynuna
koy. Ve elini koynuna koydu; ve onu çıkardığı zaman, işte eli kar gibi cüzamlı
idi. Ve dedi; Elini yine koynuna koy. Ve elini yine koynuna koydu; ve onu
koynundan çıkardığı zaman, işte, yine kendi teni gibi oldu.” (11) Eşi ve
kayınpederi dışında aralarında başka siyahiler var mıydı? Freidman, Mısırdan
gelenlerin yalnızca Levililer olabileceğine dikkat çekmekte. Levililerin ne
kadarının Mısırlı ne kadarının Yahudi olduğunu da bilemiyoruz. Bildiğimiz şey
Levililerinin yeni dinin kahinleri olduklarıdır.
Bütün bunlardan sonra sorumuz hala
ortadadır: Mose’nin gerçek bir kişi miydi? Adına yazılı hikayelerin ilhamını
pek çok yerden almış olması mümkündür ve önemli değildir. Önemli olan
Mısır’ın hep doğurgan olmasıdır. Musevilikten başka pek çok inancı kendi
dışlarına doğru taşımışlar, yenileri için ortamı hazırlamışlardır. Eski Mısır
inanışlarının Yunan ve Roma döneminde halk arasında sürdüğünü biliyoruz.
Serapis, melez bir Yunan-Mısır tanrısıydı; Ptolemaios devletindeki iki uluslu
yapının doğurduğu bir ihtiyaçtan var edilmişti. Serapis, Osiris-Zeus-Apis
bileşimi yeni bir tanrıydı. Apis öküzleri, henüz kutsal kitaba konu olmadan çok
önce tanrıların ruhlarını taşımaktaydılar. Bu öküzler ölünce mumyalanıp özel
mezarlara gömülür, yerine aynı renklerde yenisi bulununcaya kadar yas
tutulurdu. Yastan sıkılanların yerine parlak madenlerden bir kopyasını
yaptıklarını ve yası ertelediklerini tahmin edebiliriz.
Önemli olan şudur; Mısır inançları hem
Yunan-Roma yönetimi altındaki Mısır’da, hem de işgalcilerinin geldikleri
yerlerde varlıklarını korudu. Yeni gelenlerin inançları ve kültürleri eskilerle
kaynaştı. Çünkü ne Yunan ne de Roma, Mısır kültür ve inançlarına karşı keskin
bir düşmanlık göstermemişti. “Geleneksel Mısır kültürünü en sonunda yıkan ve
anıtları tahrip eden güç Roma yönetimi olmayıp, başarısı büyük ölçüde Roma
kökenli olmamasına bağlı olan Hıristiyanlıktı.”(12) İskenderiye
kitaplığını yakıp yok edenler de onlardı. Roma Hıristiyanlıkta karar kıldığında
Mısır’a da kesin olarak arkasını dönmüştü. İ.S. 4 yüzyılda Roma ikiye
bölündüğünde Mısır artık Doğuya ait bir kavram sayılmaya başlanmıştı.
Hıristiyanlara ilham veren Yunanlılar ise
gerçek birer imansızdılar. İnançları ve tanrıları komik denecek kadar ilkeldi.
Devraldıkları dini miras yoksuldu, yerine yenisi koyacak kadar da gelişmiş
değildiler. Yine de bir cahilleşme operasyonundan geçmemiş olmalarını avantaja
çevirebildiler. Köklü bir inançtan yoksun oldukları için akla sığınmaktan,
“akılcı” olmaktan başka yolları yoktu; akılcı oldular. Bunu taşıyabildikleri en
yüksek noktada bir din yaratabilecekken Hıristiyanlığa teslim oldular. Batı
toplumuna din olmaya çalışan bir düşünceyi-Sokrat-Aristo-Eflatun- ve düşünce
olmaya çalışan bir dini-Hıristiyanlık- miras bıraktılar.
Helenizmi bitiren Hıristiyanlık, Yahudi
kökenli bir dindi ve olumsuz da olsa kendi tarihini Mısır’dan başlatmaktaydı.
Böylece Hıristiyanlık Yahudileşmiş bir Mısır söylencesini devralırken, gerçek
Mısır’a da kesin bir nokta koyuyordu.
Oysa Mısır kültürü uzun zamandır Yunan
diline çevrilmiş bulunuyordu. Yunan alfabesinin Fenike kökeni bir yana, Yunan
felsefesinin kökü olan stoacılık da Fenike kökenliydi. Zenon bir Fenike
kolonisinden gelmişti. Mısır kültürü artık Yunanca yazılıp okunduğu için birçok
Yunan filozofunun Mısır’da eğitim görmüş olması-bazılarının kökeni de
Afrikalıydı-çok önemsenmemelidir. Bu kültürün taşıyıcısı artık Yunanlılardı ve
ancak, onlar bu kültürü kendi meşreplerince anlamıştılar.
Helenizm, Mısır-Fenike mirasını sindirmeye
çalışırken Hıristiyanlığa yakalanmıştı; ne mantıki sonuçlarına vardırılmış bir
inanç yaratabildi, ne de eski inançları anlayabildi. Yahudilik de Mısır
çıkışlıydı ama Mısır’ı bir kötülük ülkesi olarak algıladığından, devraldığı
mirasın bir bilançosunu yapması imkansız oldu. En nihayet İslamiyet de Helen
kaynağına geri dönerek bu bağdan kaçamamıştı. “Hıristiyanlığın Helenleşerek
Yahudi tektanrıcılığından uzaklaşmasına karşı bilinçli bir tepkiyi dile getiren
İslamiyet’in de Yahudiliğin Helenizme sıkı sıkı karşıt tavrına dönmemesi gene anlamlıdır.
İslamiyet sistematik bir teolojiyle donanma ihtiyacını duyduğu zaman İslam
teologları da kendilerinden önceki Hıristiyanlar gibi teolojik amaçları için
Helen felsefesinden yararlanmak zorunda olduklarını anladılar ve bunu
yapabilmek için Helenizm’in kaynağına gitmekten başka çare olmadığını
gördüler.” (13) Bir döngü ortaya çıkıyor ve her ileri adımın büyük bir
ricatla sonuçlandığını görebiliyoruz.
Peki bu durumda ilk tek tanrılı dini, tek
tek tanrılı din olarak mı almalıyız?
“Tanrı birdir, tektir, ondan başkası yoktur.
Bir tanedir, O’dur her varlığı yaratan.
Bir ruhtur tanrı, görünmeyen bir ruh,
Ruhlar ruhu, Mısır’ın yüce ruhu, kutsal ruh.
Ta başlangıçta vardı tanrı.
İlk varlıktır O. Hiçbir şey yokken o vardı.
Her şeyi o yarattı kendi doğduktan sonra.
Başlayanların yaratanı. Sonsuzdur tanrı.
Zamanın başından sonuna kadar.
Ezelden beri süregelen varlığı sonsuzluğu kadar sürecek.
Gizlidir tanrı, kimse görmemiştir O’nu.
Benzerliğini bile gören olmamıştır.
...
İşitir her çığlığı.
Güçsüzleri korur güçlülere karşı.
Kendini tanıyanları tanır.
Yardım elini uzatır hizmet edenlere.
İzinden yürüyenleri esirger.”(14)
Bir tanedir, O’dur her varlığı yaratan.
Bir ruhtur tanrı, görünmeyen bir ruh,
Ruhlar ruhu, Mısır’ın yüce ruhu, kutsal ruh.
Ta başlangıçta vardı tanrı.
İlk varlıktır O. Hiçbir şey yokken o vardı.
Her şeyi o yarattı kendi doğduktan sonra.
Başlayanların yaratanı. Sonsuzdur tanrı.
Zamanın başından sonuna kadar.
Ezelden beri süregelen varlığı sonsuzluğu kadar sürecek.
Gizlidir tanrı, kimse görmemiştir O’nu.
Benzerliğini bile gören olmamıştır.
...
İşitir her çığlığı.
Güçsüzleri korur güçlülere karşı.
Kendini tanıyanları tanır.
Yardım elini uzatır hizmet edenlere.
İzinden yürüyenleri esirger.”(14)
Netliği görebiliyoruz. Din, başlangıçta
saf haldedir ve çoğaldıkça bulanıklaştıklarını, “katkı aldıklarını”
söyleyebiliriz. Esası hala esaslıdır ve “kitaplı dinler” arasında
sayılmaması inananlar açısından büyük bir eksikliktir. Güneş Tanrı meselesi ise
bizim Batılı bakışımızın hastalığıdır; Güneş asla Güneş değildir ve bütün
dinlerin sembollerle iş gördüğü açıktır. Yere düşen Güneş ışığı hâlâ gerçek
yaratıcıdır ve yere secde ederek güneş ışıklarını öpmek bildiğimiz en evrensel
bir tapınma şeklidir.
Cahil, her şeyi kendisinden başlatandır. Cahillikte
bir reddi miras var ve dinler tarihi bir mirasyediler tarihi olmakla vücûd
bulmaktadır. Bir cahilleşme ile geldiklerine ve reddi miras olduklarına
göre dinde bir zenginlik aramak beyhudedir. Yalnızca ihanette bir zenginlik var
ve ihanetin cahilliğin sığlığında beslendiği açıktır.
Böyle bakıldığında Aton dini serüveninin
bir ihanetler tarihi gibi gözükmesi asla şaşırtıcı değildir. Seçkinci ve
derindir, anlaşılması güç diye anlayabiliriz. Alt tabakalar çok zor anlar ve
asıl kötüsü anlamak için de pek az çaba gösterir; “ihanet eder” diye
özetleyebiliriz. Nitekim Freud, kaynaklara dayanarak biri Mısır’lı, diğeri
Mısır hiç bilmeyen nevzuhur iki Musa olduğunu ve ilkinin yeni kavminin
ayaklanması sonucunda öldürüldüğünü ileri sürüyor. Kuran’da Bakara suresi 61.
ayette bu olay şöyle anlatılır: “Onlar (Beni İsrail) Allah’ın ayetlerini
tanımayıp Peygamberleri haksız yere öldürdükleri için onlara alçaklık ve
yoksulluk damgası vuruldu. Böylece Allah’ın öfkesine uğradılar. Onlara bu hal
isyan etmeleri ve taşkınlık yapmaları yüzünden oldu.” Demek cinayet ve ihanet
Muhammed çağında henüz unutulmamıştır.
Freud’a göre Yahudilikteki Mesihçi yanın
arkasında da bu cinayet vardır. Freud, Babil’deki sürgün yaşamı sırasında
yaşadıkları nedeniyle İsrailliler arasında Musa’nın ölüler arasından çıkıp geri
geleceği ve yaptığından pişmanlık duyan kavmini arkasına takarak bir ebedi mutluluk
ülkesine götüreceği inancının doğduğunu belirtiyor. (15) Yani
Yahudilerin beklediği Mesih cinayete kurban gitmiştir. Nasıl yorumlayabiliriz?
“Belki de Musa’nın öğretisi, hocası olan Firavununkinden daha sivri ve katıydı;
böyle bir öğretiyi ileri sürerken Güneş Tanrısı’na yaslanması için bir gerek
yoktu ortada. On okulu yabancı bir kavim için bir anlam taşımaktan uzaktı.
Gerek Musa, gerek İkhanaton bütün aydın despotları bekleyen akıbetle
karşılaştı. Musa’nın Yahudi kavmi de tıpkı 18. sülale zamanındaki Mısırlılar
gibi pek fazla düşünsel alana kaydırılmış bir dini kaldıracak, ilgili dinin
sunularında kendi gereksinmelerinin doyumunu bulacak aşamada değildi. Gerek
İkhanaton, gerek Musa örneğinde aynı olay patlak verdi; vesayet altında tutulan
ve hakları sınırlanan kavim ayaklandı, üzerlerine yüklenen din yükünü kaldırıp
attı omuzlarından. Arada bir ayrım varsa, uysal Mısırlılar, alınyazısı gelip
Firavunun kutsal vücudunu ortadan kaldırıncaya dek bekledi; azgın Semutlar ise
kendileri alınyazısı rolünü oynayıp başlarındaki despotu temizleme yolunu
seçti.”(16) Muhammed dışındadır ama eceliyle tanrısına kavuşmuş halife
olmadığını hiç unutmamak gerek.
Musa müritlerince öldürülmüştü, İsa’yı da
onun müritlerinin öldürttüğüne inanlar yeterince kalabalıktır. Musa’nın
katilleri cinayeti unuttururken, İsa’nın katilleri cinayeti kutsallaştırdılar
ve cinayetten yeni bir din çıkardılar. Böylece cahillikle hainliği birbirine
daha yakınlaştırabiliyoruz.
Mesele aydınlanmada ise söyleyebileceğimiz
şudur; dini bir aydınlanma yoktur, ancak dine karşı bir aydınlanma mümkündür.
Sufizmin, gnostisizmin, aydınlanmanın çıkış noktaları her ne olursa olsun
kurumlaşmış dinle çatışmak zorunda kaldıkları unutulmamalıdır. Cahillikten ve
ihanetten kurtulma yolunu seçmeyen her proje ise eninde sonunda “gericilik”tir.
Teslim olarak değil başkaldırarak “ilerleyebiliriz.”
Mesele tek tanrıda ise Aton’dan Volkan
tanrısına giden yolun bir “ilerleme değil” bir büyük geri dönüş olduğunu
söylememiz gerekir. Hıristiyanlığın zaferi ise Freud’un söylediği gibi, 1500
yıllık bir aradan sonra Amon rahiplerinin Ekhanaton’a karşı yaptıkları yeni bir
karşı devrim anlamına geliyor. Eskilerin özetlerini ihmal ettiğimizi biliyoruz,
burada bir önemi bulunmamaktadır.
Halkı sevmek iyidir, ama avamlığın
bulaşıcı olduğu da asla unutulmamalıdır. Halka inip temiz kalmanın yolu
henüz bulunmamıştır. Çünkü orada derin bir dinsellik, derin bir ahlaki
düşkünlükle iç içe olabilir. Hızlı muhafazakârlaşma çoğu zaman hızlı çözülmenin
işaretidir. Onlar her şeyi, ama her şeyi, kendilerine benzetmekte mahirdir ve
kestirme yollara rağbet etmedikleri malumunuzdur. Tarihin materyalizmini yabana
atmak öldürücüdür. Bir eski zaman filozofunun dediği gibi, atların ve öküzlerin
insanlar gibi resim çizme kabiliyeti olsaydı tanrılarını at ve öküz şeklinde
çizerdi. Yani öküzün tanrısı yine öküzdür. Mesele öküzlükten nasıl ve ne yolla
kurtulacağımızda. Bunu yapabiliyorsak gerisi teferruattır.
Sığ sularda derinlik sarhoşluğu
yaşayanların kalabalık olduğu bir coğrafya bizimkisi. Sarhoşun şarkısı nakarattan
ibaret. Nakaratta tekrar var ve gücü buradan kaynaklanıyor. Burada daha
derinde, boğulma tehlikesini de göze alan ve nakaratsız bir tartışmaya
not düşüyoruz.
Görünen o ki Amon dininin esirleriyiz
biz. Bir bilge kralın başlattığı ve seçkinlerinin Yahudilere öğrettiği
atonculuk, geniş kitleler tarafından öğütülmüştür çünkü. Mevcutlarla Aton
arasındaki ilişkiyi gün yüzüne çıkarmak artık çok güçtür. Ve bu en eski
devrimci dine halk kitlelerinin katkısı, okunulan her duanın ardından yeniden
onaylanmaktadır.
Ve evet Ekhanaton bir kez daha
yenilmiştir; amon, amen ve amin!
Notlar
1-Kitabı Mukaddes. Çıkış. Bap 3. İstanbul 1995.
2-Ayni, Mehmet Ali. Tasavvuf Tarihi. İstanbul 2000. s.151.
3-Ceram, C.W. Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler. İstanbul 1994..s.145.
4-A.g.e. s.169.
5-İnan, Afet. Eski Mısır Tarihi ve Medeniyeti. Ankara 1992..s.234.
6-Voltaire. Felsefe Sözlüğü.. C II. İstanbul 2001..s.232.
7-Freud, Sigmund. Musa ve Tektanrıcılık. İstanbul 1987. s.42.
8-A.g.e.s.44.
9-Volteire. A.g.e. s.230-231.
10-Kitabı Mukaddes. Çıkış. 32. Bab.
11-A.g.e. Çıkış. Bap 4.
12-Baines. John-Malek Joramir. Eski Mısır. İstanbul 1986. A.g.e. s.31.
13-Toynbee, Arnold. Tarih Bilinci. İstanbul 1978. s.446.
14-Halman, S. Talat. Eski Mısır Şiiri. İstanbul 1972. .s.151-152.
15-Freud. A.g.e. s.54.
16-A.g.e .s.71.
2-Ayni, Mehmet Ali. Tasavvuf Tarihi. İstanbul 2000. s.151.
3-Ceram, C.W. Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler. İstanbul 1994..s.145.
4-A.g.e. s.169.
5-İnan, Afet. Eski Mısır Tarihi ve Medeniyeti. Ankara 1992..s.234.
6-Voltaire. Felsefe Sözlüğü.. C II. İstanbul 2001..s.232.
7-Freud, Sigmund. Musa ve Tektanrıcılık. İstanbul 1987. s.42.
8-A.g.e.s.44.
9-Volteire. A.g.e. s.230-231.
10-Kitabı Mukaddes. Çıkış. 32. Bab.
11-A.g.e. Çıkış. Bap 4.
12-Baines. John-Malek Joramir. Eski Mısır. İstanbul 1986. A.g.e. s.31.
13-Toynbee, Arnold. Tarih Bilinci. İstanbul 1978. s.446.
14-Halman, S. Talat. Eski Mısır Şiiri. İstanbul 1972. .s.151-152.
15-Freud. A.g.e. s.54.
16-A.g.e .s.71.
0 yorum :: Din ve Devrim
Yorum Gönder