Orhan
Gökdemir
Bir hayata sahibiz ve onun
bir anlamı olması gerektiğini düşünüyoruz. Bu anlam hakkında sorular soruyoruz
ve yanıtlar arıyoruz. Sorularımız ortaktır; Mısırlılar bunun anlamının
“yolculuk” olduğuna inanmışlardı ve gitmek için hazırlanıyorlardı. O devasa
tapınaklar yolculuğa başlamak içindir. Biz artık ölümün bir son olduğuna
inanıyoruz ve mezarlarımız Mısırlılarınkine göre çok mütevazıdır.
Yunanlılar ise Mısırlılara
göre sosyal çocuklardı. Ne medeniyetleri, ne yaşayışları ve ne de
fikirleri-inançları henüz keskin çizgilere sahip değildi.
Yazının devamı için buraya tıklayınız
Modern Batılılar ise uzay ile başladı. Nicolaus Copernicus, evreni aydınlatan yeni bir güneş bulmuştu. Felsefede Copernikusvari devrimi ise Kant yaptı. Bu, hem uzayın, hem de aklın kapısını açan yepyeni bir gelişmeydi. Greklerin kozmosu ve Ortaçağın tanrısı bu güneşin altındaydı artık. “Devrimi”, “De revolutionibus”la ilgilidir, Copernikus şöyle anlatıyor: “Ne ki hepsinin ortasında Güneş durur. Zaten kim bu son derece güzel tapınaktaki bu ışık kaynağını bütün eşit biçimde aydınlatabileceği bu yerden başka ya da daha iyi bir yere koyabilir ki? Kimileri ona yerinde olarak evrenin ışığı, kimileri evrenin aklı, kimileri ise evrenin yöneticisi adını veriyor. Trismegistos ona görünebilir tanrı; Sophokles’in Elektra’sı her şeyi gören diyor. Gerçekten de Güneş sanki bir kral tahtında oturur gibi çevresinde dolaşan yıldız ailesini yönetiyor.”(1) Devrim, din ile başlamıştır, din olmak için artık çok geç olduğu için devrim olmuştur. Copernik için, Güneş’te bir tanrısallık bulmadan onu merkez yapmak imkansızdır; inancın bir imkan yarattığını artık görebiliyoruz.
Modern Batılılar ise uzay ile başladı. Nicolaus Copernicus, evreni aydınlatan yeni bir güneş bulmuştu. Felsefede Copernikusvari devrimi ise Kant yaptı. Bu, hem uzayın, hem de aklın kapısını açan yepyeni bir gelişmeydi. Greklerin kozmosu ve Ortaçağın tanrısı bu güneşin altındaydı artık. “Devrimi”, “De revolutionibus”la ilgilidir, Copernikus şöyle anlatıyor: “Ne ki hepsinin ortasında Güneş durur. Zaten kim bu son derece güzel tapınaktaki bu ışık kaynağını bütün eşit biçimde aydınlatabileceği bu yerden başka ya da daha iyi bir yere koyabilir ki? Kimileri ona yerinde olarak evrenin ışığı, kimileri evrenin aklı, kimileri ise evrenin yöneticisi adını veriyor. Trismegistos ona görünebilir tanrı; Sophokles’in Elektra’sı her şeyi gören diyor. Gerçekten de Güneş sanki bir kral tahtında oturur gibi çevresinde dolaşan yıldız ailesini yönetiyor.”(1) Devrim, din ile başlamıştır, din olmak için artık çok geç olduğu için devrim olmuştur. Copernik için, Güneş’te bir tanrısallık bulmadan onu merkez yapmak imkansızdır; inancın bir imkan yarattığını artık görebiliyoruz.
Aslında gök’e Mısırlılar
da aynı merakla ve yanı derin inançla bakıyorlardı. Orada tanrılar bulmuş olmaları
ve onların en tepesine de Güneşi oturtmuş olmaları doğaldır. Yolculuk
gökleredir ve çöl ikliminin, tanrıları hep görüş mesafesinde tuttuğunu
biliyoruz. Bizde zaman zaman gölgeleniyor olsa da, anlamını aradığımızı hayatı
her şeyden önce Güneş’e borçluyuz ve Copernikus’un da inandığı gibi “ışık
iyidir.”
Aydınlanmadır bu;
devrimini yaparken bile eski Mısır kozmogonisine, Trismegistes’e gönderme
yapmaktan geri durmaz. Çünkü Eski Yunanistan kadar Hermes’in gizemli
metinlerini okuyarak kurmuştur kendini ve kurarken örneğin Kilisenin tanrısı
gibi sığınacak güvenli bir kucak da bulamamıştır. Sığınak bulamadığı için aklı
tanrının yerine koyup son başvuru yeri yapması da boşuna değildir. Sığınağımız
yoksa, akla sığınmaktan başka yol yoktur.
Akıl
ve insan
Akıl, kuşkusuz, insana
işaret etmektedir ve Aydınlanma, insan ile doğa arasındaki ilişkiyi aracısız
kurmaya kalkıştığı için devrimcidir. Kant’ın yeniliği de böyledir, merkezde
insan, özne, suje vardır artık: “Buna göre, insan tini (akıl, zihin, benlik) nesnelere
doğruca yönelmez; nesneler insan anlığı için önce işlenmesi gereken malzemeler
durumundadırlar. Bilgi, nesnelerin zihnimizdeki doğrudan yansıları değil,
tersine, anlığımızın nesnelere ilişkin duyumlamalarımızı işlemesinin
ürünüdür.”(2) Nesneleri duymamız yetmez; anlığımızın, bilgi olabilmesi için,
önce nesnelerden gelen duyumlarımızı işlemesi gerekir. Böylece, doğa
karşısında, onun bir ürünü olan insan kendini merkez yapmaktadır. Utangaç ve
kırılgandır henüz ama “patron benim” diyebilmektedir.
Kişisel bir kahramanlık ve
kişisel bir macera olmadığı bellidir. Akla bu kaçışın arkasında yeni ve
devrimci bir sınıf vardır; Kant, işte bu sınıfın devrimci özgüveninden dolayı
“dünya ancak benim yarattığım dünyadır” diyebilmektedir. Nesneler ona değil,
artık o nesnelere hükmetmektedir.
Yeni bir yasa, yeni bir
düzen, yeni bir bilim ve yeni bir felsefe kurmak; devrim bunlar değilse nedir?
Ve bir kez kuruluşu gördükten sonra, yıkıp yeniden kurmayı istemek kolaydır.
Kant, 1700’lü yılların sonuna doğru, Büyük Fransız Devriminden 6 yıl önce şöyle
yazmaktadır: “...insan aklı kurmaya öyle heveslidir ki, kulenin katlarını
çıktıktan sonra temelinin nasıl atıldığını görmek için onu yeniden yıktığı çok
olmuştur. Akıllı ve bilge olmak için hiçbir zaman geç kalınmış değildir; ama
kavrayış geç edilince, onu harekete geçirmek her zaman daha zordur.” (3)
Fransız devrimcileri kralın kellesini uçurmak için harekete geçtiğinde, Kant da
tanrısal kuleyi yıkmak, temeli görmek ve yeniden kurmak için masasının
başındadır: “Doğadaki düzenlemeleri ve bunların değişmesini açıklarken, insan
her şeyin yaratıcısı olarak Tanrıya sığınırsa, açıklaması en azından fiziksel
bir açıklama olmaz, üstelik bu, felsefenin sonunun geldiğinin itirafı olur;
çünkü gözleri önünde duran bir şeyin olanaklılığının bir kavramını kurabilmek
için, kavramına başka hiçbir yoldan sahip olmadığı bir şeyi kabul etmek zorunda
kalır. Metafizikle bu dünyanın bilgisinden hareket ederek Tanrı kavramına ve
emin çıkarımlarla Tanrının varoluşunun kanıtına ulaşmak ise olanaksızdır; çünkü
bizim, bu dünyanın olabilecek en yetkin bütün olduğunu bilmemiz, dolayısıyla bu
amaç için (onu karşılaştırabilmek için) olabilecek bütün dünyaları tanımamız,
kısacası her şeyi bilir olmamız gerekir ki, dünya ancak bir Tanrı aracılığıyla
olabildi, diyebilelim.”(4) Kant imkansızı tarif etmekte; tanrı var diyebilmemiz
için bizim tanrı olmamız gerekir demektedir.
Hal böyleyken, yeni
sınıfın duruşu, işleri sonuna kadar götürmekten onu alıkoymaya, ürkütmeye,
geriletmeye başlamıştır. Devrimin ışığında yıkanan yoksul halkların ne kadar
tehlikeli olabileceği fark edilmiştir. Kilisenin, dinin gölgesinin halkı
disipline etmek için şart olduğu anlaşılmıştır. Ricatlar, büyük geri dönüşler,
gelgitler çağıdır bu. Devrimi yapan üçüncü sınıfın içinde burjuvazinin rolünü
üstlenecek ve işleri mantıki sonuçlarına ulaştırabilecek bir sınıfın varlığının
keşfi, devrim için ölüm çanını çalmıştır. Fransız devrimi ancak üç yıl ayakta
kalabilmiş, ardından gericilik olanca gücüyle hortlamıştır. Ya da Almanya bu
devrimden geri kalmış ve kaçmıştır; onun, çağının eğilimlerinin tersine,
Yunanistan’ın tanrı kozmosuna geri dönüşünün ardında Fransız kültürünün altında
ezilmişliğinin etkisi vardır; Tanrıya sığınması ise Avrupa’nın yeni yönelimini
haber vermektedir. Hegel artık, gerçekliği antropomorfize edilmiş, insana
türdeş kılınmış bir tanrının (dünya tini, akıl) kendini açınlaması ve bir
tarihsel gelişim süreci olarak tarif ederken(5) gerçekliğin kendisine karşı
çıkamadığı için gölgesiyle savaşan Almanya’nın da sözcülüğünü yapmaktadır.
Avrupa’da devrimin
ardından filozoflar, felsefeler, inançlar, dünya görüşleri, sanat anlayışları
bu çalkantının damgasıyla damgalanmıştır. Gökteki, tanrı katındaki her şey,
yeryüzünden düşen gölgeler gibidir. Birbiriyle çatışan, acı çeken, devriminden pişman
olan ruhların gölgeleridir bunlar. Ama bu ruhların çaresizlik duygusu o kadar
güçlüdür ki, hiçbiri dönüp yeryüzüne bakmaya teşebbüs edememektedir.
Filozoflar, felsefeler, inançlar, hepsinin ayakları yerden kesilmiştir;
gölgelerin kendilerini gerçek sanmaları işte o dönemin geleneğidir.
****Ara
not***
Avrupa’nın
özneleri
Isaıah
Berlin
“Bu temel üstünde,
romantikliğin gerçek kökü olan sofuluk hareketi Almanya’ya iyice yerleşti. Bu
sofuluk Lutherciliğin bir dalı olup, Kutsal Kitap’ın dikkatle okunmasından ve
insanın Tanrı’yla kişisel ilişkisine büyük bir saygı gösterilmesinden oluşmaktaydı.
Onun içindir ki, ruhsal yaşam üstünde ısrarlı bir vurgusu vardı; öğrenmeyi hor
görüyordu, dinsel törenleri ve biçimleri hor görüyordu, bireysel olarak acı
çeken insan ruhunun yaratıcısıyla bireysel ilişkisi üstünde müthiş duruyordu.
Spener, Francke, Zinzendorf, Arnold-sofuluk hareketinin bütün bu kurucuları,
toplumsal açıdan ezilmiş ve siyasal bakımdan perişan durumdaki büyük bir insan
topluluğuna huzur ve kurtuluş sağlamayı başarmışlardı. Olan, derinden bir tür
geri çekilmeydi. Koşutluklara bakmak tehlikeli olmakla birlikte, bazen insanlık
tarihinde böyle olur-insanın kendisini gerçekleştirmesinin doğal yolu
tıkanınca, insanlar kendi içlerine çekilirler, kendileriyle ilgilenirler, kötü
bir kaderin kendilerine dışsal olarak kapattığı o dünyayı içsel olarak
yaratmaya çalışırlar. Eski Yunan'da Büyük İskender şehir-devletlerini yıkmaya
başlayınca olan, kesinlikle budur: Skoacılar ve Epikuroscular yeni bir kişisel
kurtuluş ahlakı öğütlemeye başladılar; bu, siyasetin önemsiz olduğunu, toplum
yaşamının önemsiz olduğunu, Perikles’in ve Demosthenes’in, Platon’un ve
Aristotales’in savundukları büyük ideallerin eften püften şeyler ve buyurucu
kişisel kurtuluş gereksiniminin yanında hiçbir şey sayılacağını söylemek
biçimini aldı.
Bu, uzanamadığımız ciğere
murdar demenin çok büyük bir biçimiydi. Dünyadan gerçekten istediklerinizi elde
edemeyecekseniz, kendinize onları istemediğinizi öğretmelisiniz. İstediğinizi
alamayacaksanız, kendinize alabileceğiniz neyse onu istemeyi öğretmelisiniz.
Bu, iç derinliklere, bir çeşit iç kaleye ruhsal olarak çekilmenin çok sık
görülen bir biçimidir-orada dünyanın bütün korkutucu kötülüklerine karşı
kendinizi kapılar ardına kilitlemeye çalışırsınız. Ülkemin kralı benim
toprağıma el koymuştur: öyleyse, ben de kendi toprağımı istemem. Hükümdar bana
rütbe vermek istemiyordur: rütbe eften püftendir, önemsizdir. Kral malımı
mülkümü elimden almıştır: mal mülk hiçbir şey değildir. Çocuklarım kötü
beslenmeden ve hastalıktan ölmüştür: Tanrı sevgisi karşısında, dünyevi
bağlılıklar, hatta çocuk sevgisi bile hiçtir. Ve daha böyle uzayıp gider. Kendi
çevrenize, incinebilecek yüzeyinizi azaltmaya çalışarak sıkı bir duvar
örersiniz-alabildiğince az yaralanmak istersiniz. Üstünüze her türlü yaralar
yığılmıştır; onun için, kendinizi olabilecek en küçük alana bağlarsınız ki,
yeni yaralar için olabilecek en az yeriniz açıkta kalsın.
Alman sofulukçularının
içinde bulunduğu ruh hali buydu. Sonuç, yoğun bir iç yaşam, büyük miktarda çok
etkili ve çok ilginç, ama son derece kişisel ve şiddetle duygusal edebiyat, zeka
/ zihinden nefret ve elbette, her şeyin başında Fransa’dan, peruklardan, ipek
çoraplardan, salonlardan, yiyicilikten, generallerden, imparatorlardan,
servetin, kötülüğün ve şeytanın cisimleşmiş hali olan bu dünyanın bütün büyük
ve görkemli figürlerinden nefret. Bu, sofu ve aşağılanmış bir halk açısından
doğal bir tepkidir ve başka yerlerde de öyle olmuştur. Bu, özellikle Almanların
o belirli dönemde yatkın bulundukları gibi, kültür-karşıtlığının,
aydın-karşıtlığının ve yabancı düşmanlığının belirli bir biçimidir. Bu, bazı
Alman düşünürlerinin on sekizinci yüzyılda tuttukları ve kutsadıkları, Goethe
ile Schiller’in ise bütün ömürleri boyunca savaştıkları taşralılıktır.
Hernhuter örgütünün önderi
olan Zinzendorf’tan tipik bir alıntı yapmak istiyorum. Bu örgüt, sofular
topluluğunun geniş bir kesimini oluşturan Moravya Kardeşliği’nin bir çeşit
şubesiydi. O demişti ki, ‘Her kim Tanrı’yı zihniyle kavramak isterse, ateist
olur.’ Bu, aklın bir fahişe olduğunu ve ondan uzak durmamız gerektiğini
söyleyen Luther’in bir yankısından ibaretti. İşti size, bu Almanlar hakkında
büsbütün ilgisiz olmayan bir toplumsal olgu. On sekizinci yüzyılın bu
Almanlarına, Almanya’yı en çok etkilemiş bulunan ve bizim varlıklarından
haberimiz olan düşünürlerin kimler olduğunu sorsaydınız, onlar hakkında benim
önermek istediğim savı-bütün bu şeyin yaralanmış olan ulusal duyarlığın,
korkunç bir ulusal aşağılanmanın bir ürünü olduğu ve bunun, Almanlar açısından
romantik hareketin kökünü oluşturduğu savını- destekleyen oldukça garip bir toplumsal
gerçek vardır. O düşünürlerin kimler olduğunu sorarsanız, Fransızların durumuna
karşıt olarak, onların büsbütün farklı bir toplumsal ortamdan geldiklerini
görürsünüz.
Lessing, Kant, Herder,
Fichte hep çok aşağı düzeyden ailelerde doğmuşlardı. Hegel, Schelling,
Schiller, Hölderlin aşağı orta sınıftandılar. Goethe zengin bir burjuvaydı, ama
uygun bir unvana ancak daha sonraları erişmişti. Ancak Kleist ile Novalis, o
günlerde taşra beyleri denebilecek kimselerdi. Alman edebiyatında, Alman
yaşamında, Alman resminde, Alman uygarlığının herhangi bir türünde aristokratik
ilişkisi olduğu söylenebilecek, benim bildiğim kadarıyla, sadece iki Kont
kardeş, Christian ve Friedrich Leopold Stolberg ile mistik Baron Carl von
Eckerthausen vardı- bunlar da pek öyle birinci sınıf figürler, pek öyle öne
çıkan isimler değildi.
Öte yandan, bu dönemin
Fransızlarını, bütün köktencilerini, sol kanadını, Ortodoksluğun, Kilisenin,
krallığın, statükonun en aşırı karşıtlıklarını düşünecek olursanız, bütün o
insanlar çok, çok farklı bir dünyadandılar. Montesquieu bir barondu, Condordet
bir marki; Mably bir keşişti (abbe), Condillac da öyle; Buffon sonradan kont
oldu, Volney ise iyi bir ailedendi. D’Alembert bir asilini evlilik dışı
oğluydu. Helvetius soylu değildi, ama babası Mademe’ın hekimiydi ve milyonerdi,
mültezimdi ve saray çevrelerine girip çıkıyordu. Baron Girimm ile Baron
d’Holbach, biri yakın Bohemya’dan, öteki Ren bölgesinden Paris’te yeşemeye
gelmiş iki Almandılar... Voltaire bile küçük soyluluktan geliyordu. Yalnızca Diderot
sahiden yoksulluktan gelmişti. Rousseau İsviçreliydi, onun için bu kategoride
sayılmazdı. Dolayısıyla, bu insanlar farklı bir dil konuşuyorlardı. Hiç
kuşkusuz, muhaliftiler; ama kendileriyle aynı sınıftan insanlara muhaliftiler.
Salonlara gittiler, ışıltılar saçtılar; bunlar cilalanmış, iyi eğitim görmüş
insanlardı; harika bir nesir biçemleri, yaşama cömert ve sevimli bir bakışları
vardı.
Onların salt varoluşu,
Almanları tedirgin etmekte, aşağılamakta ve kızdırmaktaydı. Herder, 1770’lerin
başında Paris’e geldiğinde, bu adamlardan hiçbiriyle görüşmemişti. Ona hepsi
yapay, özentili, son derece benlik-bilinçli, kuru, salonlarda dans eden,
insanın iç yaşamını anlamayan ruhsuz küçük insanlar gibi görünmüşlerdi. Ya
bağlandıkları kötü öğretiler ya da yanlış kökenleri yüzünden, insanın
yeryüzündeki gerçek amaçlarını, Tanrı’nın insana verdiği gerçek, zengin, cömert
gizillikleri anlamaktan yoksundular. Bu da, Almanlarla Fransızlar arasında bir
uçurum doğmasına katkıda bulunmuştu-salt bu frondeur’leri düşünmek, salt bu
karşıtlık düşüncesi, kendileri Roma Kilisesi’nden nefret edenler, kendileri
Fransa Kralından nefret edenlere bile, bulantı veriyor, onları iğrendiriyor,
aşağılama ve aşağılıkla dolduruyordu ve bu durum, Almanlarla Fransızların
arasına, bilginlerin izleyebildikleri bütün karşılıklı kültürel alışverişlerin
bile üstesinden gelemediği müthiş bir çukur yarattı. Bu, belki, romantikliği
başlatan, Fransızlarla Alman karşıtlığının köklerinden biridir.”
***********
Modern felsefenin bir
gölge felsefesi olmasının sırrı budur; onda gerçek değil, ancak gerçeğin
gölgesi vardır. Mızmız, geveze ve özneldir. Çok basit bir gerçeği bile sonu
gelmez laf cambazlıklarının arkasına saklayarak söyleyebilir ancak. Somut,
gerçek, canlı insanlara değil, ruhlar âleminin gölgelerine yazdığının
bilincindedir; Sırlı, şifrelenmiş bir dil ile konuşur. Gerçek, onun için en
büyük sapkınlıktır.
Hiçbiri, ama hiçbiri,
öznellik, gerçekten kaçış, boş laf ebeliği filozofların özgür iradesinin
tezahürü değildir. Özneldir, çünkü ayaklarının altındaki toprak kayıp
gitmektedir. Tekbencidir, çünkü kendisinden yola çıkmaktan başka bir yol
bilmez. Ürkektir, çünkü sırlarının çözüleceğinden derin korkular duymaktadır.
Duygusaldır, çünkü bağlı bulunduğu sınıfın kederini taşımaktadır. Goethe’nin
genellemesi yerindedir; Dönemler çökerken bütün eğilimler özneldir; öte yandan
yeni bir çağın koşulları olgunlaşırken, bütün eğilimler nesneldir. Bu felsefe, bu bakış açısı çöken bir dönemin
ürünüdür.
Saf
adamın kuruntusu olarak felsefe
Demek ki felsefe, hemen
her zaman kendisini dik tutacak bir toplumsal-tarihsel omurgaya gerek duyuyor.
Omurgası yoksa saçmalıyor. Saçmalık omurgasızlığın işaretidir ve saçma bizim
felsefe maceramız içinde her zaman var. Çoğu zaman filozofu, daldığı düşler âleminden
çıkarmak ve uyandırmak gerekir ki, bunun beyhude bir çaba olduğunu da
biliyoruz. Sorunumuz, hala esaslı olanı boş laftan ayıracak bir ölçümüzün
olmamasıdır ve tartışmamızın bir kısmı bununla ilgili.
Bunlar olmuştur: “Bir
zamanlar, saf adamın biri, insanların suda boğulmalarının, yalnızca ağırlık
fikrine sahip olmalarından ileri geldiğini sanıyordu. Ona göre, insanlar,
örneğin, bunun dinsel, boş inanlara dayanan bir tasarım olduğunu açıklayarak,
bu tasarımı kafalarından çıkarıp atsalardı, ondan sonra artık her türlü boğulma
tehlikesinden korunmuş olurlardı. Ömrü boyunca, bütün istatistiklerin, sayısız
ve boyuna yinelenen tanıtlarla zararlı sonuçlarını kendisine gösterdikleri bu
ağırlık kuruntusuna karşı savaştı durdu. Bu saf yürekli adam devrimci Alman
filozofları tipinin aynısıydı.”(6) Bu nesnellikte yazmaktadır ve Marx’ın,
ilerlemek için idealizmin ormanına çoğu zaman baltalarla daldığını biliyoruz. O
da bir Alman olmasına karşın kendisini öznellikten, içi boş gevezelikten
ayırabilmiştir ve “bütün eğilimlerin nesnel olduğu” başka bir çağa ait olduğu
açıktır.
Başka bir çağ, filozofun
egosundan değil, “canlı, yaşayan, gerçek insanlardan” başlıyor ve Marksizmin
bize ilk dersi budur. Felsefe ile tartışarak kendini kurduğuna göre, evet bu da
bir “felsefedir” diyebiliriz ama ayrımı, ortaklıklarından daha keskin olan bir
felsefedir bu. Kuşkusuz “saf adam”ınki
de bir felsefedir ve dolaştığımız bu alanı çoğu zaman tekinsiz kılan da
“felsefe”nin meşrebinin bu kadar geniş olmasıdır. Biz de bu bahçede dolaşıyoruz
ama aylak filozofunki ile aynı amaçla değil. Gerçeği görebilecek bir göze
ihtiyacımız var ve aradığımız budur. Bu torbanın içinde gerçeğe değin ne varsa
bulup çıkarmak istiyoruz. Bilebildiğimiz şudur; Boş laf ormanından baltalarla
geçmek ve her esaslı olan önünde eğilmekten başka yolumuz yoktur.
Şimdi “idealizm” diyoruz
ve kuşkusuz bu da bir akıl durumudur. Peki, nasıl oluyor da akıl, akılsız
hezeyanlar üretebiliyor? İçinde akıl olmakla birlikte, sorun aklın her zaman
akılcı olmamasındadır; aklı tutmak için hep sormak, hep yanıtlar aramak
gerekmektedir ve idealizm bir atalet durumuna işaret ediyor. Bu felsefe
açısından bir imkânsızlık var; akla sığınmanın her zaman mümkün olmadığı
anlamındadır. İmkânsızdır.
Ne yazık ki dönemlerin ve
eğilimlerin esiriyiz biz. Dolayısıyla felsefenin özgürce uçtuğunu sandığı yerde
onu sürünürken yakalamamız şaşırtıcı olmamalıdır. Ağırlık fikrini atıp boğulma
tehlikesini bertaraf etmeye çalışan saf adamımızın kuruntusu nasıl oluyor da
felsefe sayılabiliyor? Çünkü felsefeyi var eden şey “saf akıl”dan daha
karmaşıktır da ondan. Örneğin 19. Yüzyılda felsefe yapıyorsanız, bu sizin
kendisini gelmiş geçmiş bütün dönemlerden üstün gören o sarsılmaz ilerleme
inancının üzerinde durduğunuz anlamına geliyor. Dolayısıyla, bir 19.yüzyıl
filozofu olarak İsa’nın doğumu gibi sarsılmaz bir tarih dikilitaşı olmayan
halkları ilkel ve geri saymaktan kaçınmanız felsefi olarak mümkün değildir. Bu
durumda tarihteki “öznel öğe” yokluğu, yani tarihlerinin “anlatılmamış” oluşu
Hintliler veya Mısırlılar için “ağırlık fikri” olarak iş görüyor ve onları
medeniyet denizinin ta diplerine itiyor. Hegel “Tarihte Akıl”ında tamı tamına
böyle söylüyor: “İster yüzyılları ister bin yılları içine alsın, ister
devrimlerle, göçlerle, en beklenmedik değişikliklerle geçmiş olsun, tarih
yazımından önce geçmiş olan zamanlar, halkların nesnel anlamda tarihini
oluşturmazlar çünkü öznel öğe, tarihin anlatılması öğesi eksiktir.” (7) Oysa
Hegel’in de söylediği gibi Çinlilerin çok eski dönemlere giden ayrıntılı tarih
anlatımları vardı. Üstelik demiri işlemeyi ve barutu da biliyorlardı. Bütün
bunlar onları “uygar” yapmamış, “Asyatik toplum” olmaktan kurtarmamıştır.
Çinliler demiri oyuncak ve barutu renkli havai fişekler yapmak için
kullanıyorlardı. Yeni sömürgeler arayan Batı emperyalizmi Çinlilerden
öğrendikleri demiri ve barutu büyük ve etkili toplar yapmak için kullandılar.
Afyon savaşlarında Çin donanması İngiliz toplarının önünde paramparça olurken
onların da geri uluslardan olduğu tescil edilmiş oluyordu; hem de öznel öğenin
varolmasına rağmen!
Saf
aklın saflığı
Demek ki boş lafların da,
harcıâlem felsefi spekülasyonların da bir tarihselliği var. Yani, tarihin
dışında, her türlü toplumsal kirlenmenin ötesinde içi bilgi dolu torbasıyla
duran bir saf akıl yok. İlerleme inancının felsefesi, bütün tarihi kendine
doğru ilerleyen bir süreç olarak kurgularken, aynı zamanda, tarihin amacının
kendisi olduğunu da söylemiş oluyor. Saf aklıyla, dünün tarihinin amacının,
onun bugününü oluşturmak olduğunu sanıyor. Dünün insanını, kendi çağının
insanından yola çıkarak tarif ediyor, soyutluyor ve kendisini genel olarak
insanın somut hali sayıyor.
Dolayısıyla, akıl tarihte
ancak kendi görmek istediklerini görüyor. 19 yüzyılın Avrupa’sı kendi ırk
köklerini Yunan’da ve Roma’da gördüğü için, 19. Yüzyılın Avrupalı filozofu da
kendi felsefi öncüllerini orada arıyor. Aydınlanmanın Mısır’la sorunu yoktu,
çünkü hem Aydınlanmışlar Mısır’la bağlarını koruyorlardı hem de ırkçılık henüz
bu topraklarda boy göstermemişti. Dolayısıyla Copernikus’un Trismegistos’a
yaptığı gönderme onun aklına uygundur. Copernikus, Mısır’dan öğrenmeye açıktı;
çünkü o dönemin Avrupa’sında Mısır açıktı. Oysa Hegel ve çağdaşları Mısır’dan
kalan izlerin üzerinden geçip gittiler, çünkü artık Mısır kapanmıştı. Hegel’in
Yunan aşkıyla kendinden geçtiği ve Marx’ın kariyerine Demokritos ve Epiküros’un
doğa felsefeleri arasındaki farkı tartışarak başladığı zamanlarda, İ.S. üçüncü
yüzyılda yazılmış ve 19. Yüzyıl filozoflarının temel kaynağı olmuş bir
kaynaktaki şu felsefe hiç dikkat çekememiştir: “...onlara göre evrenin
başlangıcında madde varmış, sonra bundan dört öğe ayrılmış ve kimi canlılar
oluşmuş. Güneş ve ay birer tanrıymış, birinin adı Osiris, öbürü İsis’miş;
Manethon’un Physika özetinde, Hekataios’un da Mısırlıların Felsefesi Üzerine
adlı eserinin birinci kitabında söylediği gibi, bunları hamam böceği, ejderha,
atmaca ve başka hayvanlar aracılığıyla anlamlandırmışlar. Tanrının biçimini
bilmedikleri için, onlara heykeller ve tapınaklar yaparlarmış. Onlara göre
evren oluşmuş bir şeymiş, bir gün yok olacakmış ve küre biçimindeymiş;
yıldızlar ateşmiş ve yeryüzündeki her şey bunların ısısıyla oluşmuş; ay
tutulması, ayın dünyanın gölgesi üzerine düşmesiyle oluşuyormuş; ruh ölümden
sonra da yaşar ve başka bedene geçermiş; yağmur havanın değişmesiyle oluşurmuş;
Hekataios ile Aristogoras’ın anlattığı gibi, başka şeyleri de doğaya dayanarak
açıklıyorlarmış; adalete dayalı ve Hermes’e yakıştırdıkları yasalar
çıkarmışlar; yararlı hayvanları tanrı sayıyorlarmış, Geometriyi, astrolojiyi ve
aritmetiği onların bulduğunu söylerler.” (8)
Demek ki en spekülatif
felsefe bile belli seçimlere dayanıyor ve seçimimizi yaparken özgür ve nesnel
özneler değiliz. Ve yine Marx’a sığınıyoruz: “Bilinç hiçbir zaman bilinçli
varlıktan başka bir şey olamaz ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam
süreçleridir. Ve her ideolojide insanlar ve onların ilişkileri, bize, camera
obscura’daymış gibi baş aşağı görünüyorsa, bu görüngü de, tıpkı, nesnelerin,
gözün ağ tabakası üzerinde ters durmasının doğrudan fiziksel yaşam sürecinden
ileri gelmesi gibi, onların tarihsel yaşam süreçlerinden ileri gelir.” (9) Yani
her filozof kendi çağının çocuğudur ve bundan kaçıp kurtulması mümkün değildir.
Ne yazık ki bizim modern
felsefemiz bir yandan “kaybolmuş bilgelik”e ve diğer yandan sonradan uydurulmuş
bir dehaya dayanır. Aydınlanmışlar, Mısır rahipleri gibi sırlıdır, romantikler,
Yunan filozofları gibi geveze. Hatta Alman idealizminin Yunan zihniyetine
dönüşü de felsefi bir tercih değildir. Irk ve kök telakkisi daha öndedir ve “arî”lik
dehayı hep gölgelemiştir.
Evet, insan düşünür,
felsefe yapar, evreni ve kendisini yorumlar. Ama bunu verili bir kültür içinde
yapar. Hiçbir düşünür anasının karnından yepyeni düşüncülerle düşmez. O bir
yandan içinde geliştiği kültürün, dünya görüşünün taşıyıcısıdır. Diğer yandan
bu kültürün, bu dünya görüşünün üretimine katıldığı sürece yaratıcılığın ve
katkının olanaklarını taşır. Kendisini ayırmaya başladığı, bu dünya görüşüne
muhalefete giriştiğinde bile sorularının kaynağı hala odur.
Burada elbette alttan
bakıyoruz; çünkü yapmaya çalıştığımız şey felsefe katına yerden çıkmaktır: “...
Etten ve kemikten insanlara varmak üzere, ne insanların söylediklerinden,
imgelerinden, kavradıklarından ve ne de anlatıldığı, düşünüldüğü, imgelendiği
ve kavrandığı biçimiyle insandan hareket edilir; hayır, gerçek faaliyetleri
içindeki insanlardan hareket edilir; bu dirimsel sürecin ideolojik yansı ve
yankılarının gelişmesi de, insanların bu gerçek yaşam süreçlerinden hareketle
ortaya konulabilir. Ve hatta insan beyninin olağanüstü hayalleri bile deneysel
olarak saptanabilen ve maddi temellere dayanan, insanların maddi yaşamlarının
sürecinden zorunlu olarak doğan yüceltmelerdir. Bu bakımdan ahlak, din,
metafizik ve ideolojinin tüm geri kalanı, aynı şekilde bunlara tekabül eden
bilinç biçimleri, derhal bütün özerk görünüşünü yitirirler. Bunların tarihi
yoktur, gelişmeleri yoktur; tersine maddi üretimlerini ve maddi ilişkilerini
geliştirerek, kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşüncelerini,
hem de düşüncelerinin ürünlerini değişikliğe uğratan insanların
kendileridir.”(10) Yani bilinç canlı, gerçek bireylerden yola çıkarak
açıklanabilir; bu soyut insanın değil, onların bilincidir.
Dolayısıyla Kant’ta bir
18. Yüzyıl ve Hegel’de bir 19. Yüzyıl insanı aramamız yersiz değildir. Her ikisi de çağlarının yanılsamasından kaçıp
kurtulamamıştır. Gothe’nin dediği gibi filozoflar bize kendi yaşama
biçimlerinden çıkmamış hiçbir şey sunamamışlardır.
Felsefenin
sınırları
Dünya bir akıl düzeni
olmalıdır; Modern felsefenin kozmik önermesini böyle özetleyebiliriz.
Aydınlanmanın, Büyük Fransız Devriminin ve bir anlamda onun düşünsel karşılığı
olan Alman felsefesini de bunun içine koyabiliriz; ana ülküleri tanrısal
düzenden akli düzene geçiştir.
Bunu, Avrupa’nın insan ve
doğa ilişkisinde yeni bir açıklama ihtiyacının tezahürü sayabiliriz; öyledir.
Dünyevi iktidar kilise babalarının elindeyken hiçbir seküler felsefe teolojinin
karanlığına ışık tutamamıştır. Ancak burjuva sınıfının ortaya çıktığı hemen her
yerde kilise babalarının iktidarını kemirmeye başlamasıyladır ki bu düşünüş
için yol açılmaya başlamıştır.
Bu sınıf doğanın ve
toplumun tek hâkimi olarak ortaya çıktığı içindir ki felsefe insanı aracısız
doğanın karşısına koyabilmiş ve onu bir özne olarak, doğaya hükmeden soyut bir
varlık olarak kurgulayabilmiştir. Soyuttur, çünkü tanrı nasıl bütün
yeteneklerinin sınırlarından kurtulmuş bir temsili doğaysa, burjuva da insanın
bütün yeteneklerini üzerinde toplamış, temsili insan olmuştur. Dolayısıyla
özne, doğaya hükmeden burjuvadan başkası değildir. Her ikisi de doğadan
ayrılmış insana hükmeder, ezilenlerin üzerinden konuşur ve sınıflı toplumların
lanetiyle damgalanmıştır.
Fransız devrimcileri ve
Alman filozofları dünyada akli bir düzen kurma işine büyük bir coşku ile
giriştiklerinde, dünyanın aklileşmesi ile aklın dünyevileşmesinin insanlara
mutluluk getireceğinden emindiler. Aklın dünyevileşmesinin en uç noktasında
duran ve bu yüzden de bir ayağı ruhlar âleminde olan Georg Freidrik Hegel,
kendi us kavramını Fransız Devrimi’ne bağlarken, yazdıklarının, Fransa’dan
gelen meydan okumaya bir karşılık olduğunu biliyordu. Ancak, devrimin attığı
ileri adımlardan ve devrimci terörden ürkerek geri çekildiğinde, dünyanın
aklileşmesinin ve aklın dünyevileşmesinin insanların bütününe mutluluk
getirmediğini gördü. Üzerinde durdukları devrimin ateşi artık sönmüştü, yeni
sınıf geriye doğru kaçıyordu.
19. yüzyılın ortalarında
artık aklileşmiş dünyanın mutsuzları burjuva sınıfına karşı barikatların
arkasına koşarken gerçeği itiraf ediyordu: Ussal ilerleme mutlulukta bir
ilerleme değildir. Marcuse gerisini şöyle tamamlıyor: “Hegel’in öğrencilerinden
biri olan Karl Marx, onun düş kırıklığının bir ürünü olan bu itirafı tercüme
ederek yeni bir dönemin kapılarını açtı: ‘Sınıflı toplumların ilerlemesi,
proletaryaya mutluluk getirmez.’ Hegel’in dizgesi çağdaş felsefede Descartes
ile başlamış ve çağdaş toplumun temel düşüncelerini tinselleştirmiş olan bütün
bir evreyi kapanışa getirmiştir.”(11) Burada us yerine sınıflı toplumların,
insanın mutluluğu yerine proletaryanın mutluluğunun geçirilmesi asla bir
rastlantı değildir ve asla felsefi bir ilerlemeyi göstermiyordu.
Marx, Büyük Fransız
Devriminin devrimci sloganlarının, “eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin”
gerçekleşmek için bir başka ortak paydaya, Bentham’ın faydacılığına gerek
duyduğunu yazmadan önce, burjuva sınıfı dünyanın aklileşmesinin herkese, aynı
anlama gelmek üzere insana mutluluk getireceğine, aslında bu akli dünya içinde
sadece bir soyutlama olarak, bir insan soyutlaması olarak duran proletaryayı da
inandırmıştı. Halbuki proletaryayı insan kılığında bu topluma dahil etmek için
onun bir insan haline gelişini mümkün kılacak maddi ve entelektüel araçlardan
arındırmak gerekiyordu. “İnsan” doğanın hâkimi olurken, proletarya, doğal
zorunlulukların kölesi olmuştu; bağlı ve bağımlıydı. O insan derken, “ben”
demek istiyordu ve gerçekte de doğanın zorunluluklarından azade olmuş olan
oydu.
Demek ki felsefenin
insanı, tıpkı teolojinin tanrısı gibi karşılıksızdır. Tanrının egemenliği nasıl
kilise babalarının egemenliğini içinde saklıyorsa, insanın egemenliği de
sermaye sınıfının egemenliğini içinde saklar. Bazı kullar, öteki kulların ve
bazı insanlar öteki insanların üzerinden konuşur. Tanrı hep kilise babalarını
gözetir ve doğaya egemen olan hep sermayedarlardır.
Felsefenin
insanı, insanın felsefesi
Collingwood, felsefenin bu
maddi ve bayağı hokus fokusu nasıl yaptığını şöyle anlatıyor: “Tıpkı Eskiçağ
tarihçilerinin Romalı karakterini, örneğin, hiçbir zaman meydana gelmemiş, hep
varolmuş ve hep aynı kalmış bir şey olarak tasarımlamaları gibi, bütün gerçek
tarihin insanlık tarihi olduğunu kabul eden onsekizinci yüzyılın tarihçileri de
insan doğasını dünyanın yaratılışından beri tam olarak kendilerinde olduğu gibi
varolmuş sayıyorlardı. İnsan doğası tözsel bir biçimde, durağan ve kalıcı bir
şey diye, tarihsel değişmelerin ve bütün insan etkinliklerinin akışının altında
yatan değişmez bir öz diye tasarımlanıyordu. Tarih hiçbir zaman kendini
yinelemiyordu ve insan doğası sonsuza dek değişmeden kalıyordu. Bu sayıltı,
gördüğümüz gibi Montesquieu’da bulunur, ama aynı zamanda, daha önceki
dönemlerden söz etmezsek, onsekizinci yüzyılın bütün felsefi yapıtının
temelinde yatar. Descartes’in doğuştan tasarımları, insan zihni için her yerde
ve her zaman doğal olan düşünme biçimleridir. Locke’daki insan anlığı,
çocuklarda, geri zekâlılarda ve yabanlarda az gelişmiş olsa da, her yerde aynı
olduğu varsayılan bir şeydir. Görü olarak uzay ve zamanın, anlık olarak Tanrı,
özgürlük ve ölümsüzlük tasarımlarının kaynağı olan Kant’ın aklı salt bir insan
aklıdır, ama Kant onun varolan ya da varolmuş olan tek insan aklı türü olduğunu
tartışmasız varsayar.” (12) Felsefe, bu kavram aracılığıyla, bugünün insanın
dünün bütün insanların mantıki sonucu haline getiriyor, onu tarihten soyutluyor
ve kendi çağının Batı Avrupalısı olarak yeniden var ediyordu.
Yani Kant’ın insanı,
gerçekte bir Avrupalı, hatta bir Almandı. Tıpkı Hume’un çözümlediği “insan
doğası”nın onsekizinci yüzyıldaki bir Batı Avrupalının doğası olması gibi.
Bunun bir yanılsama olup olmaması önemli değildir. Aydınlanmanın tasarladığı
soyut ussal insanın hiçbir gerçek yanı olmadığına inanan Hegel de kendi insan
tasarımının üzerinden konuşuyordu.
Evet, “O, ‘gerçek tarihsel
insanlar’ diyeceğine ‘insan’ der. ‘İnsan’ dediği, gerçekte ‘Alman’dır.”(13)
Devam edelim: “Feuerbach, dinsel özü, insan özünde çözümlüyor. Ama insan özü,
tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekliği içinde
o, toplumsal ilişkilerin bütünüdür.”(6.Tez.) Demek ki felsefenin “nasıl
bilebiliyorum?” sorusu yanlıştır, doğrusu “nasıl bilebiliyoruz?” dur. Çünkü
bilgi, onu var eden toplumsal ilişkilerden soyutlanamaz. “İşte bu nedenledir
ki, Feuerbach, ‘dinsel düşünüş’ün kendisinin bir toplumsal ürün olduğunu ve
incelediği soyut bireyin belirli bir toplum biçimine ait olduğunu
görmüyor.”(7.Tez.) Demek ki toplumsal ilişkilerinden soyutlanmış bir birey
olamayacağı gibi, tarihselliğinden soyutlatmış bir birey de olamaz.
Bunlar “Feurbach Üzerine
Tezler”dendir ve tezler de felsefi imkânsızlığa dikkat çekmektedir. Tezler
gerçekte bütün “burjuva filozofları”na çıkarılmış bir faturadır; fakat her
nasılsa felsefeyle ancak dolaylı bir ilişkisi olan 11. Tez diğerlerinin önüne
geçmiş, meselenin “dünyayı değiştirecek filozoflarda” olduğu sanılmıştır. Oysa
şöyle okunmalıdır: filozoflar sadece yorumlamışlardır, oysa mesele onu
değiştirmektedir. Ne yazık, yorumlar ile değiştirmek eylemi arasında kurulmuş
bir ilişki görünmemektedir. Sorunun nerede kurulduğu açıktır, Marx kendini
ayırmaktadır.
Dönelim yine “insan”a:
“Soyut birey, insan, insanın özü, bütün çağların bir soyutlaması ve özü olarak
insan: Burada, Feuerbach’ın yerine herhangi bir filozofu koymak tezlerden
hiçbirinin sonucunu değiştirmeyecektir. Soyut birey, soyut insan: işte
felsefenin gerçek anahtarı. İnsan, felsefenin hem devrimci hem de tutucu
yanıdır.
Orta çağın sonuna doğru
belirmeye başlayan yeni düşünce, giderek belirginleşen bir şekilde insanı
merkeze alır. Bu, dinin sınırları içine gerçek bir saldırıdır ama çatışmadan
yeni dengeler doğar, yeni sınırlar belirlenir. Teoloji kendi doğrusunun dışında
ve yanında bir ‘akıl doğrusu’nun (insan) varlığını kabul etmek zorunda kalır.
Felsefe de ‘iman doğrusu’nu (tanrı) teolojinin egemenlik alanına bırakır ve
meşruiyetini kabul eder. Yeniçağın sonlarına doğru ise felsefenin insanı artık
misyonunu tamamlamıştır; Alman idealizmi, insana türdeş kılınmış tanrıyı (dünya
tini-akıl) geri çağırır ve yeniden kutsar.” (14) Demek ki soyut insan kavramı,
dinin egemenlik alanına saldırırken yararlı bir iş görür ama bir kez mevzileri
ele geçirdikten sonra tutuculaşır; devrimci karakterini yitirir ve bir boş laf
haline dönüşür.
Filozof
ve piyasa
Filozofun bu soyut insanı,
gerçekte filozofun imalatı da değildir; o hiç umulmadık bir yerde, piyasa ve
mübadele aracılığıyla ete kemiğe büründürülmüştür. Ama, ne filozoflar ve ne de
iktisatçılar, burjuva felsefenin bu derin soyutlamasının sonsuz sayıdaki
dolaşım odaklarından birinin yansıması olduğunun farkına varamamıştır. Çünkü o,
filozofun karşısına bir alıcı-satıcı kimliğinde, bir para sahibi olarak, ne
alacağına ve ne satacağına ancak kendi karar veren özgür bir birey olarak ve
nihayet bir para sahibi olarak, almaya ve satmaya ehil bir homo ekonomikus
olarak her bireyle eşitlenmiş, eşit olmuş bir biçimde çıkar. Onların bir
bölüğünün işçi olması, diğerlerinden farklı bir “mal”ı satarak para sahibi
haline gelmiş olması filozof için önemli değildir. O, karşısında, her türlü
işçi belirlemesini yitirmiş ve kendi insan soyutlamasına tamı tamına uyan bir
birey görür.
Piyasa ve mübadele,
doğuştan gelen bütün ayrıcalıkları ortadan kaldırarak kendini kurar; piyasada
ne aristokratların ayrıcalığı vardır, ne de din adamlarının. Piyasa bir tek
ayrıcalık tanır: paranın ayrıcalığı. Para, eski toplumu yerle bir ederek kendi
yolunu açar ve ilerler. Daha önce hiçbir şekilde alış-veriş konusu yapılmamış
şeyler derhal kutsiyetini yitirir ve piyasaya düşer. “İnsan”ın, “emek”ini
satmaya razı olması piyasanın en şanlı zaferidir. Sistem öyle işlemektedir ki,
insanın en uç soyutlaması olan emek, yani insanın “yapabilme yeteneği”, bir mal
haline gelir; piyasaya çıkar ve bir değişim nesnesi olur. Piyasada emek sahibi
ile para sahibi arasında yapılan “sözleşme”, insanların bir bölümünün kendi
emek güçlerini devrettiğini, kendi yetenekleri üzerindeki denetimden
vazgeçtiğini gösterir. Emek(çi), üretim sürecine, kendi insani niteliklerinden
vazgeçmiş olarak girer; daha işin başında yeteneğini ücret karşılığında
sattığından, kendi yeteneklerinin gerçekleşmiş, ete kemiğe bürünmüş
ürünlerinden de vazgeçmiş olur. Kapitalist toplumda kölelik, piyasa tarafından
dönüştürülmüş ve özgür sözleşmenin nesnesi yapılmıştır.
Devam edelim; emek gücünü
sermayedara kiralamış işçi, üretim sürecinin dışına çıktığında, malını satmış
ve karşılığını para olarak almış bir dolaşım odağı olmuştur. Artık o da herkes
gibi, bir para sahibi olarak istediğini almakta ve istediğini satmakta
özgürdür. Bir para sahibi olarak, diğer para sahipleriyle eşitlenmiştir; özgür
ve eşit olmuştur.
İşçi, ne kendisi bizzat
alınıp satılan bir mal olan köle, ne de toprağa bağlı bir köylüdür. Onu bir
işçi olarak belirleyen şey, ne kölelik yasaları, ne feodal bağlılıklardır. O
çalışmaktadır, çünkü emek gücünden başka satacak bir şeyi bulunmamaktadır. İlke
olarak çalışıp, biriktirip, kazanıp bir işçi olmaktan çıkması mümkündür. Çünkü
artık sınıfsal ayrıcalıklar doğuştan gelmemektedir, geçişleri imkânsız kılan
katı yasalar yoktur. Evet, burjuva, bir sınıf olarak ayrıcalıklıdır ama onun
ayrıcalığı tek bir şeyden, paradan kaynaklanmaktadır. Para ise, elini kolunu
sallayarak piyasada, dolaşım alanında dolaşmakta, kimin cebine gireceği
konusunda hiçbir işaret taşımamaktadır.
Böylece piyasa, sınıfları,
kastları, tabakaları ortadan kaldırmış, insanı bütün özelliklerinden soyutlamış
ve onu felsefe için sorunsuz iş görecek bir soyut insan haline getirmiştir.
Felsefe, insan derken, gerçekte onun kast ettiği piyasadaki, dolaşım
alanındaki, alıcı-satıcı kostümünü giymiş insandır. Her türlü toplumsal
bağımlılık biçimlerinden azade olan bu insan, yalnızca kendi çıkarları peşinde
olan bu homo ekonomikus, bir irade sahibi, bir özne, herkes gibi bir akla sahip
tarih üstü bir yaratık olarak ortaya çıkar. Ancak bu şart altında, filozofun
“nasıl bilebiliyorum” sorusu, herkes için sorulmuş bir soru haline gelebilir.
Yalnız bu şart altında filozof, bağımsız bir “düşünür” olur.
Bugüne kadar hiçbir
filozof ve hiçbir felsefe, insanın bu toplumsal bağımlıklarından söz
etmemiştir. Çünkü bu filozoflar, kavrayamadıkları o iş bölümü içinde
“düşünmektedir.” Düşünmeyi bir iş haline getirenin, aynı düşünme yeteneğine
sahip başkalarının kazmalarla çalışmak zorunda bırakılması olduğunun farkında
değildir. Kendi bağımlılıklarının farkında olmayan bu felsefenin, bağımsızlık
bildirisi kaleme almaya kalkışması gülünçtür. Bu felsefenin ve bu filozofun
özgürlüğü kavrama şansı yoktur.
Burada, felsefenin o büyük
günahını işlediğimin farkındayım; iktisadı yardıma çağırıyorum çünkü insanı ve
özgürlüğü tartışacak bir “felsefemiz” yoktur. Daha kötüsü, bunlara varmak üzere
piyasaya başvurmamızdır ki - birileri felsefeyi piyasaya düşürmüş olduğumuz
için kınayacaktır – bugüne kadar başvurulmamış olması onun da tıpkı diğerleri
gibi bir piyasa malı olmadığını göstermez. Piyasa, kendinden önceki bütün
tabuları yakmış ve dokunulmaz tabu olarak sadece parayı tanımıştır.
Dolayısıyla, filozofların da paraya dokunması esastır. Paranın ise, işe yarar
bir malı olmayanın dokunmasına izin verdiğine şahit olunmamıştır. Felsefe,
parayı cezbedecek nasıl bir işe yarıyor?
Marx’ın işe yarar bir malı
yoktu, şimdilerde denildiği gibi hayatı boyunca bir dilenci olmuştur. Hangi
Alman idealisti ve hangi Avrupalı filozof dilenmiştir ki? Kant, Hegel, onlar
kadar derin olmayan bütün diğerleri Marx’ta olmayan hangi değerli malı
yaratmışlardı ki dilenci olmadılar? Hangi utanç verici iş bölümüdür bu?..
Filozoflar
ve uzaylılar
Filozoflar, tanrısal bir
göze sahip olan uzaylılar değildir. Ve toplum, normal insanlar kadar, onlar
için de kırıcı bir mercek işlevi görür. İdeoloji hep vardır ve kaçıp
kurtulmamız mümkün değildir. Ve göz dediğiniz ideolojidir.
İktisada başvurmamız ve
piyasanın karanlık dehlizlerinde insan aramamız demek ki ideolojiktir. Bakmamız
gereken yere bakıyoruz ve oradan felsefe için yeni kavramlar devşirmeye
çalışıyoruz. İnsanı anlamak üzere şöyle başlayabiliriz: “Burjuva ‘eşitlik’
toplumunun temeli de bir sınıfın öbüründen artık-değer emme mücadelesidir. Ama
bu sınıf mücadelesinin aktörleri olan insanlar, içinde yaşadıkları, eylemde
bulundukları, katıldıkları mücadeleyi bir mücadele olarak kavrayamazlar.
Mücadele, hep bu mücadeleyi saklayan bir kurumsal yapının gerisinde cereyan eder.
İnsanlar, toplumda giriştikleri bilinçli ilişkilerde hep bu kurumsal yapı
çerçevesinde eylemde bulunurlar. Bu kurumsal yapının kendi kendini kavrayış
şekli olan ideoloji ile düşünürler. Mücadeleyi hep ideoloji gözlükleri ardından
görürler. Oysa işlevi sınıf mücadelesini gizlemek olan kurumsal yapı ve bu
yapıyı ifade eden ideoloji, tanımı gereği mücadelenin varlığını inkâr etmek
zorundadır.” (15) Demek ki, felsefe ve onu var eden filozoflar, açığa çıkardığı
için değil, sakladığı için işe yarardır. Felsefenin görmediği kurumsal yapılar
var ve saklamak, demek ki hiçbir şey yapılmasa bile “işe yarar” bir maldır.
Nedir bu kurumsal yapılar?
İdeolojiyle bakıyoruz ve ideolojiye bakıyoruz. “Örneğin eşitlik kavramı
kendiliğinden var olan sınıfsal çelişkiyi gizlemektedir; çünkü sınıfları değil,
‘insanı’ önvarsaymaktadır. Oysa ‘insan’ın en temel ilişkisi, bir parçası olduğu
doğayla ilişkisi insani olarak değil, sınıfsal olarak kurulmuştur. ‘Eşitlik ve
özgürlük’ bu sınıfsal ilişkiyi gizlemekte ya da yok saymaktadır. Böylece bir
burjuva ‘benim özgürlüğün ve eşitliğim’ demese de, bu, sahip olma ilişkisini
değiştirmez. ‘Eşitlik ve özgürlük’ yalnızca onun için geçerlidir. Aynı
ilkelerden bir proleter de söz eder ve inanır. Bu inanmışlığı da onun
yoksunluğunu ortadan kaldırmaz. İlkelerin genel kabulünü sağlayan ise bu
ilkelerin her sınıf için-proletarya için- taşıdığı somut değer değil, bu
ilkelerin önvarsayımıdır. Bu önvarsayım sayesinde proleter kendisini proleter
olarak değil, insan olarak görür ve öyle düşünür.
Öyle düşündüğü için burjuva
sınıfının değerleri proletaryanın gözünde meşrulaşır. Proleter kendini insan
olarak tanımladığı ölçüde proleter olarak tanımlamaktan uzaklaşır. Bu süreç
bütün diğer kurumlar için de geçerlidir. Parlamento, sendikalar, milliyetçilik,
siyasi partiler hepsi bu işleyişe uygun olarak çalışır. Demek ki, ‘üstyapı’daki
bu ilişkinin üretim tarzına, üretim ilişkilerine uygun olduğunu söylemekte
hiçbir sakınca yoktur. ‘Eşitlik ve özgürlük’ün fabrika ve üretim yerine, pazara
ve mübadeleye dayanması, yani dolaşım alanında mümkün olması bunu
doğrulamaktadır. Burjuvazi fabrika ve üretimdeki egemenliğini mübadele ve Pazar
aracılığıyla kurar. Proleterin üretim alanındaki köleliği Pazar ve mübadele
aracılığıyla gerçekleşir. Yani ‘özgür emekçi’ pazarda emek gücünü hangi
sermayedara satacağı konusunda son derece özgürdür ama bir kez satış işlemi
gerçekleştikten sonra, üretim alanında hiçbir özgürlüğü yoktur. Fabrikanın
kapısı proleter için özgürlüğün bittiği ve köleliğin başladığı yerdir.” (16)
Demek ki, pazara, mübadeleye ve paraya geliyoruz.
Demek ki birinin
özgürlüğünün ve diğerinin köleliğinin oluş nedeni bir ve aynıdır. Onların ne
oldukları öyleyse, onların üretimiyle, ne ürettiklerine bağlıdır. Onların
karşımıza, köleler, köylüler, toprak ve köle sahipleri olarak çıkmaması, tam
tersine bütün bu bağlılıklardan özgürleşmiş genel soyut insan olarak çıkması,
öyleyse, piyasa toplumunun aktörleri olmasındandır.
Onların ne oldukları bir
kez bu biçimde belirlendikten sonra, üretim içindeki kimlikleri belirlendikten
sonra, toplumsal, siyasal, kültürel vb. ilişkilere bu kimliklerden arınarak
giremezler. İşçinin bütün bunlar karşısındaki konumu, sermayedarın konumundan
bütünüyle farklıdır. Fark, onların, yalnızca piyasanın, mübadelenin insanı
olarak ilişkiye geçiyor görünmesi nedeniyle ortadan kalkar. İnsanların içinde
düşündüğü-düşünebildiği kurumsal yapılar bu gerçekliği başkalaştırır, tersyüz
eder, sınıfsal özünü saklar. Üretim biçimi ve buna bağlı olarak gelişen
toplumsal ilişkiler bu kurumsal yapılar tarafından meşrulaştırılır,
doğallaştırılır. Toplumsal, siyasal, kültürel vb. ilişkiler, insanların üretiş
biçimlerinden bağımsızdır artık. Ahlak, din, fikirler, tasarımlar, felsefeler,
her şey toplumun üzerinde zamandan ve mekândan bağımsız olarak asılı
durmaktadır. İnsanlar, şundan veya bundan etkilenebilir, şöyle veya böyle
düşünebilir. Üstyapı bağımsızdır, yalnızca kendi bildiğini okur. Gerçekliğe
karşı bu direniş, bütün sınıflı toplumların değişmez karakteridir.
Oysa Marx, böyle bir
bağımsızlığın asla mümkün olmadığını anlamıştır. Spekülatif ve bağımsız felsefe
en bağımsız göründüğü anda bile bu bağımlılıktan kaçıp kurtulamamıştır.
Aristo’nun düşüncesi şu maddi ilişkilere uygundur, Kant’ınki ise bir
başkasıyla; Hegel’inki de öyle, Espinoza’nınki de. Onların bu bağımlılıklarını
bilmemesi, görmemesi sonucu değiştirmemiştir.
Felsefenin bağımsızlaşması
ancak onun, bu gerçekliği, kendi bağımlılıklarını görebilmesiyle mümkün
olabilir. Marx’la devam edelim: “Artık işbölümüne bağımlı olmayan bireyleri
filozoflar, düşünsel olarak ‘insan’ adı altında tasarımlamışlar ve geliştirmiş
bulunduğumuz bütün bu süreci ‘insan’ın gelişimi olarak anlamışlardır; o kadar
ki, geçmiş tarihin her evresinde ‘insan’, mevcut olan bireylerin yerine konmuş
ve tarihin itici gücü olarak gösterilmiştir. Bunun için, bütün süreç ‘insan’ın
kendi kendine yabancılaşması süreci olarak anlaşılmıştır ve bu da, esas olarak,
daha sonraki dönemin sıradan bireyinin, daha önceki dönemin sıradan bireyinin
yerine konmuş olması, daha sonraki bilincin daha önceki bireylere yüklenmiş
olması olgusundan ileri gelmektedir. Bir çırpıda gerçek koşullardan soyutlanan
bu altüst oluş sayesinde, o, bilincin gelişmesinin bir süreci olarak tüm tarihi
dönüştürmenin olanağını sağladı.” (17) Yani, filozofun bu gündüz düşünü, onun
basit kişisel yanılgısı olarak anlayamayız; insan, filozofun dayandığı sınıfın
bakış açısıdır.
Özgürlük
emekçiye dokunur mu?
Demek ki hak, hukuk,
özgürlük, eşitlik; bütün bunlar aylak filozofun keşfettiği ihtiyaçlar değildir.
Demek ki, “insan hakları”nın devlet tarafından tanınması, insanı
özgürleştirmeye yetmiyor. Demek ki bizim özgürlüğümüz, ancak onların özgürlüğünün
sınırlandırıldığı yerde ortaya çıkabiliyor. Demek ki, “insan”ın emek gücünün
alınıp satılabilen bir mal olduğu yerde özgürlük, insanın özgürlüğü değildir.
Felsefenin bizi getirip
bırakabileceği sınırdayız artık: İlerlemek için felsefeden daha fazlasına
ihtiyaç duyulduğu yerde. Bir hayata sahibiz ve onun bir anlamı olması
gerektiğini düşünüyoruz. Bu anlam hakkında sorular soruyoruz ve yanıtlar
arıyoruz. Sorularımız ortaktır; ancak yanıtlarımızın farklı olması da
kaçınılmazdır. Ne hepimizi kucaklayan bir “tin” vardır, ne hepimizin aynı
biçimde gerçekleştirdiği bir düşünce. Mısırlıların yanıtları, Modern
Avrupalınınkiyle asla kesişmez; Çinlilerinki Yunanlılarınkiyle taban tabana
zıttır. Bunlar, insani yaşamın kıyısında, bu yaşamın yansımaları olarak ortaya
çıkan fenomenlerdir. Çünkü Hegel’in evrensel aklı, o akıl için Nazilerce
Çingeneler, Yahudiler, Komünistler katledilirken intihar etmiştir.
Ancak bir tek işçi sınıfı,
düşünceyi evrenselleştirme yeteneğine sahiptir. Felsefenin kaderi, hiçbir zaman
olmadığı kadar onunkine bağlıdır. İnsanı, insan haline getirmeyi
gereksiniyoruz, “Doğanın insanlaşması” için arayıştayız. Evet, felsefeye yüklü
borçlarımız var. Ama bu borçlardan kurtulmadan, felsefeyle ilişkimizi
normalleştirmemiz de mümkün olmayacaktır.
Felsefe, kendi gerçeğini,
gerçek bir gerçek haline gelmesi için tarihin kapısına bırakmıştır ve tarih,
sınıflı toplumların ilerlemesinin proletaryaya bir mutluluk getirmeyeceğinin
bilinciyle bu gerçeği devralmıştır. Evet, bu anlamda, ama yalnızca bu anlamda
tarih felsefenin gerçeğine borçludur. Tarih, soyut insan inanışının yerine
gerçek insanları ve onların tarihsel gelişmelerini koyar: “Varlıklı sınıf ile
proleter sınıf, aynı insanal yabancılaşmayı temsil eder. Ama birincisi
kendisini bu yabancılaşma içinde kendi yerinde duyar; bu yabancılaşmada bir
doğrulama bulur, bu kendinin yabancılaşmasında kendi öz erkliğini görür ve onda
insanal bir varoluş görünüşüne kavuşur; ikincisi, kendini bu yabancılaşma
içinde yıkıma uğramış duyar, bu yabancılaşmada kendi erksizliğini ve insandışı
bir varoluş gerçekliğini görür.”(18) Artık, bu iki sınıfı ‘insan’ ana başlığı
altında toplamak mümkün değildir.
Felsefenin en soyut
kavramlarından biri olan yabancılaşmanın bile bundan böyle ortak bir anlamı
yoktur; böylece yabancılaşma üzerine konuşmak felsefi laf cambazlığı olmaktan
çıkar, yaşayan gerçek insanların pratiği üzerine nesnel bir bilgi haline gelir.
Bundan böyle yabancılaşmadan söz eden, mülkiyetin modern biçimlerinden,
şeyleşmeden söz eden, üretim biçiminden, piyasadan, dolaşımdan, fabrikadan,
emek gücünden, sermayeden söz etmek zorundadır ve bunlar bizi “nesnesi
kavramlar olan” felsefenin alanından, siyasal iktisadın, sosyolojinin ve en
nihayet tarihin alanına davet eder. Bu davete uyup uymamak artık sınıfsal bir tercihtir.
Öyle olduğu için yeniden felsefe olmaya çalışan her felsefe yüzünü geçmişe
döner, teolojiden yardım dilenir. Feurbach’ın, Kierkegaard’ın ya da Husserl’in
trajedisi budur; tamamlanmak isteyen her felsefe, maddecilik, varoluşçuluk,
fenomenoloji, hatta Gramsci’nin “tam felsefesi”nin, eski mistik kabuğun güvenli
ortamına dönmesi kaçınılmazdır.
Bilginin ve bilincin
tarihselliğidir bu; büyüden çıkıp dine, felsefeye evrilen bilinç bilimle
buluşacaktır. “Ancak bu süreç henüz yolun başındadır ve felsefenin dinden
kopuşunun sancılı ve yaratıcı bir mücadeleyi gerektirmesi gibi, bilimin
felsefeden kopuşu da acımasız bir savaşın sonucunda olacaktır. Tarihin,
rasyonelleşmiş mitoloji olmaktan çıkıp bilim haline gelişinin ipuçları
felsefeyle mücadelesinde aranmalıdır. Ve en nihayet sınıfsal bir iştir bu;
proletarya kendini ortadan kaldırmadan tarihin kendini tamamlaması mümkün
değildir. Tarihin kurtuluşu, zihinsel değil tarihsel bir iştir.”(19)
Kant, doğanın kavranışında
bir öznellik ararken doğru bir yöntem izliyordu ama onun öznesinin toplumsal
karşılığı yoktu. Kant’ın öznesi, doğa karşısında, bütün maddi ilişkilerinden
soyutlanarak konumlandırılmış insandı. Son adımı atmak tarihe kaldı: Evet özne
sınıftır. Tarihsel bilginin öznesi kavga eden, ezilen sınıfın kendisidir.
Bu devrimci sınıf,
felsefenin de kaderini değiştirdiğinde, kendini ortadan kaldırıp insani bir
doğa ve doğal bir insan için kapıyı aralayacaktır.
Notlar
1-Copernikus, Nicolaus.
Gökcisimlerinin Dönüşleri Üzerine. İst. 2002. s. 44.
2-Günümüzde Felsefe
Disiplinleri. İst. 1990. s.16-17.
3-Kant, Immanuel.
Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe Prolegomena. Ank. 1983. s.4.
4-Kant, Immanuel. Pratik
Aklın Eleştirisi. Ank. 1980. s.150.
5-Günümüzde... A.g.e. s.16.
6-Marx-Engels. Alman
İdeolojisi. Ank. 1987. s.30.
7-Hegel, Gerg Wilhelm
Friedrich.Tarihte Akıl. İst. 1995. s.159.
8-Leartios, Diogenes. Ünlü
Filozofların Yaşamları ve Öğretileri. İst. 2004. s.16.
9-Marx-Engels. A.g.e.
s.44-45.
10-A.g.e. s.45.
11-Marcuse, Herbert. Us ve
Devrim/Hegel ve Toplumbilimin Doğuşu. İst. 1989. s.202.
12-Collingwood, R.G. Tarih
Tasarımı. İst. 1990. s.95.
13-Marx-Engels. A.g.e. s.
49.
14-Gökdemir, Orhan.
Felsefi Aklın Eleştirisi. İst. 1997. s.43.
15-Marx-Engels. A.g.e.
s.20.
16-Gökdemir, Orhan. İnsan
ve Doğa/Ölen bir ideoloji üzerine incelemeler.
İst. 1994. s.49-50.
17-Marx-Engels. A.g.e.
s.123.
18-Marx-Engels. Kutsal
Aile. Ank.1976.s.61.
19-Gökdemir.
Felsefi...A.g.e. s.41.
0 yorum :: Helenofil Felsefenin Sınırları
Yorum Gönder