John
Zerzan
Çeviri:
Mustafa Çölkesen
Medeniyet,
hükmetmek ve büyük ölçüde bu hükmetmenin genişletilmesi süreci demektir. Bu
dinamik, çoklu düzeyde mevcut olup, temel öneme sahip birkaç önemli geçiş
noktası üretmiştir.
Medeniyeti
kuran Neolitik Devrim (evcilleştirme), insanların düşünüş
biçiminde bir değişikliği gerektirdi. Jacques Cauvin, toplumsal kontrolün bu
düzeyini “sembol devriminin bir türü” (1) olarak adlandırdı. Ancak egemenliğe
yönelik bu zaferin eksik olduğu, kurumlarının daha fazla desteklenmesi ve
yeniden yapılandırması gerektiği görüldü.
Mısır,
Çin ve Mezopotamya’daki ilk büyük medeniyetler ve imparatorluklar kabile
kültürü bilinciyle çevrelenmiş durumdaydı. Evcilleştirme kesinlikle üstün
gelmişti -o olmaksızın medeniyet varolamaz-, ancak yeni egemen bakış açıları
hala yakın bir şekilde doğal ve kozmolojik döngülerle alakalı idi. Onların tüm
sembolik ifadeleri, İ.Ö bininci yılda Demir Çağı’nın talepleri ile henüz
tamamen uyumlu değildi.
Karl Jaspers, insanların yeniden sembolleştirmelerinde
bir dönüm noktası olan ve İ.Ö 800 ve 200 yılları arasında medeniyetin üç büyük
ülkesi olan Yakın Doğu (Yunanistan dahil), Hindistan ve Çin’de gerçekleşen
bu dönemi “Eksen Çağı”(2)
olarak adlandırdı. Jaspers, bu altıncı yüzyıl peygamberleri ve ruhani
kişilikleri, Pers ülkesindeZerdüşt,
İbranilerde Yeşeya,
Yunanistan’da Heraklitos ve Pisagor,
Hindistan’da Budha ve Çin’de Konfüçyüs
olarak tespit etti. Bu kişiler, Neolitik devrim sonrası bilince
ve dünya dinlerinin doğuşuna eşzamanlı –ancak birbirlerinden bağımsız-olarak unutulmaz
katkılarda bulundular(3). Şaşırtıcı biçimde paralel gelişmeler boyunca, medeniyetin
dünya çapında insan ruhuna kök salması vasıtasıyla kesin bir değişim gerçekleşti.
Bu
toplumların her birindeki iç gelişmeler erken Bronz Çağı kültürlerinin nispi
sessizliğini bozdu. Pek çok bölgede keskin değişiklikler ve orijinal modellere
yönelik yeni talepler aşikardı. Örneğin, İ.Ö 600 ila 450 yılları arasında
dünyanın kentsel nüfusu yaklaşık olarak iki katına çıkmıştı (4). Bugün bize
eşlik eden “insanlığın tinsel kurumlarını” sağlayan evrensel bir dönüşüm
gerekliydi ve –bu gerçekleştirilmeliydi-(5). Birey, medeniyetin Demir Çağı
adımını hızlandırması nedeniyle süratle cüceleştiriliyordu. Artan
evcilleştirme faaliyeti, insani düzey ve insani bütünlük geride kalırken,
bilincin yeniden şekillendirilmesini gerektiriyordu. Örneğin,
erken Mezopotamya medeniyetlerinde tanrılar, çeşitli doğa güçlerine daha yakın
olarak tarif edilirken, artık toplum genellikle daha fazla farklılaşma yönünde
gelişti ve doğa ve doğa-üstü arasındaki bölünme daha da derinleşti. Elbette
doğal süreçler hala mevcuttu, fakat artan toplumsal ve ekonomik gerilimler
onların bütünlüğünün yanısıra anlam kaynaklarını da gerginleştirdi.
Doğa-kültür
dengesinin tam olarak altüst oluşu Neolitik Çağ’da -ve hatta Bronz Çağında-
gerçekleşmedi. Nesneler, Eksen Çağı’ndan önce, dilbilimsel olarak işlevleri
bakımından tanımlanmaktaydı. Eksen Çağı ile birlikte, vurgu, organik süreçlere
referansta bulunmayı ihmal ederek, nesnelerin statik niteliklerine yöneldi.
Başka bir deyişle, bakış açısının (örn. etikler) duruma ilişkin hitaptan, daha
bir soyut, bağlamdışı bir doğrultuya yöneldiği bir şeyleştirme gerçekleşti.
Henry Bamford’un ifadesiyle, yeni inanç “kabilenin hayat görüşünden daha ziyade
insanı” onayladı (6). Kutsal yerlerin tüm mirası, kabilenin çok tanrıcılığı ve
dünya merkezliliğe olan saygı sona ermiş ve ritüeller ve sungular aniden
geçerliliğini yitirmişti. “Daha yüksek” medeniyetler ve dünya dinlerinin doğuşu
ile eş anlamlı olarak, bir sistem anlamı belirdi ve kodlama gereksinimi egemen
hale geldi (7). Spengler’in sözcükleriyle “tüm dünya, dinamik bir sistem,
kesin, matematiksel olarak düzenlenmiş, deneysel olarak araştırılabilmenin ilk
nedenlerine inilebilen, sayısal olarak sabitlenmiş durumdaydı, böylelikle
insanlar ona hakim olabilirdi…”(8). Yeni formülleştirmenin genel görünümü,
önceki dinsel ayinlerden ziyade ahlaki kusursuzluk isteyen tek bir evrensel
tanrının hakim hale gelmesiydi. Doğa ve toplum üzerinde artan
kontrolün giderek artan iç kontrole doğru evrimleşmesi zorunluydu.
Eksen
çağı öncesi “animistik” insanlık sadece daha az totalleştirici baskıyı
değil, fakat ayrıca doğal gerçeklik ile bütünleşme
hissini de muhafaza edebildi. Yeni dinler, doğa üstü ve doğal
olmayan karşısında daimi olarak onların üzerlerini kapatarak, çoklu, kutsal
dünyanın bağlarını koparmaya yöneldi.
Bu,
Mircea Eliade’nin, bir durumsal, koşullu düzlemden “varlığın mutlak moduna”
doğru geçişin “kozmik hale getirilmesi” olarak adlandırdığı şeyi içerdi (ve
hala içermektedir) (9). Budist bir resim “çatının delinmesini” temsil
etmektedir; bu, dünyevi krallığın aşılması ve insan-ötesi gerçekliğe geçmeyi
ifade etmektedir (10). Yeni, tipik tektanrılı dinler bu deneyimi varlığın tüm
parçalanmışlığının ötesinde bir birlik olarak gördü. Siyasal ve dini
otoritelerin, Demir Çağı hoşnutsuzluğunu kontrol altına almakta giderek
yetersiz kalışlarıyla başa çıkabilmek için kişilerüstü yetkili veya aracıya,
“dinde kültürel olarak en çok tekerrür eden, zihinle ilgili ve evrimsel olarak
zorlayıcı kavrama” (11) gerek duyuluyordu.
Nihai
spiritüel gerçeklik ile doğrudan, kişisel ilişki, toplumun çökmesine eşlik eden
bir fenomendi. Kişinin kabiledeki ve doğal dünyadaki yerinden ayrı
olarak, bireysel dinsel kimliğin gelişmesi Eksen Çağı bilincinin bir
özelliğiydi. Sırasıyla manevi yolculuğun kişiselleştirilmesi ve dünyaca
biçimlendirilmiş olan insan topluluklarından uzaklaşma. Bu yenilikler, yerel
gelenekleri inkar edip, baskı altına alırken, diğer yandan medeniyetten kaçışın
zımni illüzyonunu teşvik etti. İçsel dönüşüm ve onun “yükselmesi” vücuttan
ayrılan ruh, samsara’dan ayrılan nirvanaydı. Yogacı çekilme, yaşamı reddeden
sofuluk v.b neredeyse istisnasız olarak son derece dualistikti.
Bunların
tamamı, özellikle İ.Ö 500 yıllarında, pek çok yerde benzeri görülmemiş düzeyde
rasyonalizasyon ve gündelik yaşam üzerinde kontrol bağlamında gerçekleşiyordu.
S.N Eisenstadt, hasıl olan “emeğin bölünmesi, otorite, hiyerarşi ve… zaman
boyutunun yapılandırılmasının kısıtlamalarına karşı ayaklanmalardan…”
bahsetmektedir (12). Uzun süre boyunca varolan tatmin ve güvenlik kaynaklarının
zayıflatıldığı ve kabile ve köylerin önceki nispi özerkliklerinin parçalandığı
bir zamanda, toplumsal çözülme dönemi boyunca Eksen Dinleri peydahlandı. Toplam
sonuçlar ise teknolojik sistemlerin muazzam ölçüde güçlenmesi ve Çin (Tsin Shi
hwang-ti), Hindistan (Maurya hanedanı) ve Batı’da (Helenistik imparatorluklar
ve kısa süre sonra, Roma İmparatorluğu) kudretli İmparatorlukların eş zamanlı
yükselişi idi.
Evcilleştirme/medeniyet, doğa
üzerinde tahakküm olarak teknolojiyi ve emeğin bölünmesi temelindeki sistemleri
doğurarak, doğası gereği bu yörüngesel hareketi hazırladı. İ.Ö
3.000 yılında Sina’da (erken Bronz çağı) madencilik ve üçüncü binyıl boyunca da
metalürji teknolojisinin gelişiminde bir yükselme mevcut idi. Bu yenilikler,
gerçek devletlerin oluşumu süreci ve yazının icadı ile çakıştı. Madenlere
referansta bulunarak kültürel gelişme aşamalarının adlandırılması, bunların
merkezi rollerine uygun bir tanıklıktır. Metalürji uzun süre boyunca tüm diğer
üretken faaliyetleri kamçıladı. Demir çağı, en geç İ.Ö 800 yılında,
standartlaştırılmış malların kitlesel üretimi ile tamamen Batı’ya ulaşmıştı.
Toplumun
kitle haline dönüştürülmesi uzmanlık
temelinde norm haline gelmeye başladı. Örneğin, Bronz Çağı demircileri maden
cevherlerini aradılar, bunları işleyip, erittiler ve sonra madenlerin
alaşımlarını yaptılar. Bu işlemlerin her biri, giderek özerkliği ve kendine yeterliliği aşındırarak,
ilgili uzmanların alanı haline geldi. Çömlekçilikte ise ortak olan yerel beceri
profesyonellere devredildi (13). Ekmek, artık evlerden ziyade çoğu zaman
fırınlardan alınıyordu. Demir çağı ve Eksen çağının neredeyse aynı zamanda, İ.Ö
800 yılında başlaması bir rastlantı değildir. Gerçek dünyadaki kargaşa ve
karışıklıklar tinsel alemler içinde kendisine yeni teselliler ve dengeler -daha
fazla parçalanan toplumlar için yeni sembolik biçimler-buldu (14).
Homeros’un
Odyssey’inde (İ.Ö 8’inci yüzyıl) teknolojik olarak geri olan Cyclops, fabrika
sisteminin başlangıcının gerçekleştiği bir zamanda Demir Çağı Yunanistan’ındaki
insanlarla karşılaştırıldığında sürpriz bir şekilde kolay yaşama sahiptir.
Demir saban ve silahların geliştirilmesi doğanın imhasını (erozyon, ağaçların
azalması v.b) ve yıkıcı savaşları hızlandırdı.
İran’da
o zamanlar petrol kuyuları olmasa da yine de petrol bir şekilde işlenerek
kullanılırdı. İşte buradaÖlümsüzlük, Kıyamet
Günü, Ruhülkudüs gibi (çabucak Musevilikte
birleştirilen) güçlü kavramlarla birlikte peygamber Zerdüşt (aka Zarathustra) peydahlandı.
İlahi Ahura Mazda’nın
şeytana karşı savaşının dualizmi, devletin gereksinimlerine yakından bağlı olan
bir dinsel sistem içinde fevkalade teolojikti. Gerçekte, Ahameniş dönemine (M.Ö
558-350) ait Pers yasal sistemi gerçekte Zerdüştçülük ile eşanlamlı idi ve
sonraları hızlı bir şekilde devlet dini haline geldi. Harle’ye göre
Zerdüştçülük “hızlı bir şekilde değişen ve genişleyen bir toplumun sosyal
düzenine yönelik taleplere hizmet etmek üzere doğmuştu.” (15).
Zerdüştçülüğün
tek tanrıcılığı, sadece animizm ve eski tanrılardan kesin bir vazgeçiş değil,
fakat Tanrı ve Şeytan kategorilerinin evrensel ve hakim kavramlar olarak
belirgin bir şekilde yüceltilmesiydi. Bu özelliklerin her ikisi de Eksen
Çağı’nın temellerini oluşturuyordu. Spengler, Zerdüşt’ü, popüler inançları
panteist, lokalist, doğa temelli ayin ve görüşlerden arındıran “İsrail
peygamberlerinin gezgin yoldaşı” olarak tanımlıyordu (16).
Yahudi-Musevi
geleneği, özellikle Eksen çağı’nın kalbi olan altıncı yüzyıl boyunca benzer bir
değişim geçiriyordu. Doğu Akdeniz ve özellikle de İsrail, Demir Çağı kentleşme
sürecinin bir kabarışına tanık oluyordu. Toplumsal düzen, özellikle daha güçlü
ve imparatorluk oluşturan komşu ülkeler karşısında, ulusal bir kimlik ve
uyumluluk gereksinimi bağlamında ciddi bir gerginlik içindeydi. İsrailliler
altıncı yüzyılın üçte ikilik bir bölümünü Babillilerin esirleri olarak
geçirmişlerdi.
Yahweh,
yerel bereket tanrısından, abluka altında ve tehdit edilen insanlara uygun bir
şekilde, tek tanrı statüsüne yükseldi. Onun ihtişamı ve evrenselliği düşmanlık
içindeki bir dünyada İsraillilerin istekleri ile paralel bir konum arz ediyordu
(17). Amos, M.Ö 8’inci yüzyılda, bu görüşü, ritüelleri ortadan kaldıran ve
deneyüstücü spiritüel bir yön olarak ilan etmişti. Böylelikle Yahudilerin
özgünlüğü, radikal, üniter tanrısallığın zemini karşılığında gözler önüne
seriliyordu.
“Yeni
insan” Ezeikel (M.Ö altıncı yüzyılın başları) yine istikrarsız zamanlardan
kerteriz alan yeni bir doğa üstü boyutun bir parçasıydı. Jacop Neusner’in
işaret ettiği gibi, M.Ö en geç altıncı yüzyılda ekonomi artık geçimlik veya
kendine yeterlilik temeline dayanmıyordu (18). Emeğin bölünmesi ve kitlesel
piyasa nedeniyle ev halkının rolü büyük ölçüde azalmıştı. Mutlak itaat isteyen
her şeye kadir bir tanrı, otoriteyi dengeleyecek şekilde yukardan aşağıya
yöneticilerin özlemini yansıtmaktaydı. Zeus gibi Yahweh’de, her ne kadar
evcilleştirme süreciyle bağlantılıysa da, aslında bir doğa tanrısıydı. Onun
yönetimi, kralların kurallarına dayanan ahlaki ve kentsel düzene hakim olmak
için ortaya çıkmıştı. Burada oluşan acıların olumlu, kurtarıcı rolü, beklenen
şekilde, ince siyasal hakimiyete eşlik ediyordu.
Eksen
Çağı’nda İbrani peygamberlerinin en önemli şahsiyeti olan Deutero-Yeşeya
(İkinci Yeşeya) M.Ö altıncı yüzyılda bir kraliyet ideolojisi yarattı (19).
Tanrı ile yapılan ahidin asıl özünün kralın kendisinde tecelli ettiğini- kralın
bir ahid olduğunu- bildirdi (20). Evrensel kozmik yasadan gelme bu bildirimin
gücü, herhangi bir duyunun algısı veya dünyevi koşutunun üzerindeydi; doğal
fenomen, sadece, faniler tarafından bilinemez olan bir sonsuzlukta işlenmiş
olan, bunun ifadeleriydi.
Sokrat
öncesi Yunanistan’da, özellikle de M.Ö altıncı yüzyılda Pisagor ve Heraklitus
zamanında, bir yandan yeni kolektifler ve kurumsal yapılar inşaa halindeyken,
kabile toplulukları bir parçalanma sürecini yaşıyorlardı. Laurium’un gümüş
madenlerinde binlerce köle çalıştırılıyordu. Büyük kent atölyelerindeki
“gelişmiş imalat teknolojisi” (21) genellikle emeğin bölünmesinin yüksek bir
düzeyini temsil ediyordu. “Atina’da çömlekler, bir ustabaşının yönetimi altında
yetmiş kadar işçiyi istihdam eden fabrikalarda üretiliyordu.” (22) Bir yandan
ev endüstrisi ve küçük ölçekli çiftçiler yeni kitlesel üretime karşı rekabet
ederken, diğer yandan grevler ve köle ayaklanmaları nadir durumlar değildi
(23). Toplumsal bölünmeler, ifadesini, her zaman olduğu gibi birbirleriyle
rekabet eden dünya görüşleri içinde bulmuştu.
Hesiod
(M.Ö 8’inci yüzyıl), orijinal, dejenere olmamış insanlığı kutlayan Altın Çağ
taraftarlarının geleneğine mensuptu. Onlar Demir Çağı’nı bu köklerden uzaklaşma
olarak görüyorlardı. Xenophanes (6. yüzyıl), aksine, ilerici düşünceye önemli
katkılarda bulunan Eksen Çağı’nın Yahudi peygamberlerini yankılayarak, daha
yeni olanın daha iyi olduğunu net
bir biçimde ilan ediyordu. Kentleşme ve giderek artan karmaşık teknolojik
sistemleri överek, uygarlığın ileriye doğru hareketini
tüm değerlerin kökeni olarak görecek kadar ileri gitti(24).
Xenophanes, gelişmeye duyduğu inancı ilan eden ilk kişiydi (25). Kinikler eski
zamanların ruhu ve bağımsızlığı lehinde direniş gösterseler de, yeni inançlar
güç kazanmaya başladı. Sofistler kendi standartlarını muhafaza ettiler ve M.Ö
500’den sonra, yüksek medeniyetlerin yaygın kapsayıcılığı, başlangıçtaki,
yabancılaşmamış dünyaya yönelik eski özlemleri bastırdı.
Bu
değişime yönelik deneyüstücü temel, insanların artan bir şekilde topraktan
ayrılmalarından anlaşılabilir. Küçük üreticilerin, yerel geleneklere çoktanrıcı
bağlılıklarıyla birlikte, toprak temelindeki çoğulculukları, kentlerdeki büyüme
ve toplumsal katmanlaşma ve kendilerine uygun bağımsız düşünceler ile dönüşüme
uğramıştı. Platon’un Republic’i (M.Ö 400) düşünceler ve toplumun standart hale
getirilmiş ve izole edilmiş bir doğrultuda dönüşümüne yönelik artan eğilimin
soğuk, gerçeklikten kopuk bir eseridir. Bu toplum modeli, medeniyetin o zamana
değin birarada yaşamaya devam ettiği zenginlikten tamamen koparılmış olan yeni
otoriterliğin zoraki bir dayatmasıydı.
Toplumsal
varlık, bilincin en uzak diyarlarına erişmişti ve iki ayrı tasarı, Demir Çağı
ve Eksen Çağı, Hindistan’da da kesişmiş ve birbiriyle etkileşim içinde olmuştu.
M.Ö 1000 ila 600 yılları arasında, erken Demir Çağı geçiş süreci
kabilesel/pastoral olan bir sosyo-ekonomik-kültürel biçimden yerleşik/tarımsal
biçim yönünde gerçekleşmişti. Artığın ve yerleşikliğin egemenliği büyük ölçüde
hızlanmış ve tam demir ve çelikten yapılmış saban ile yapılan tarımla daha
genişlemişti. Hindistan’daki madenler ve erken fabrikalar da demir
teknolojisine dayanmaktaydı ve bu dönemin Mauryan devletindeki kültürlerin daha
da homojen hale getirilmesini kolaylaştırdı. M.Ö 500 yılında Ganj vadisinde
evcilleştirme (örn. atlar), kentleşme, büyük devletler ve ücretli emeğin yeni
dalgaları ortaya çıkarken, Romila Thapar’ın sözcükleriyle “kabile eşitçiliği”
yeni gelişen sisteme teslim oluyordu (26).
Bu,
ayrıca, yaklaşık Gautama Buddha’nın zamanıydı. Budizmin kökenleri ve Demir çağı
toplumlarının yayılmasıyla ilgili rolü kolayca izlenebilir (27). Kutsal
metinler Hindistan devlet yöneticilerinin danışmanları olarak eski Budist
hocalara atıfta bulunmaktadır, bu da Budizmin büyük değişim zamanında yeni kent
düzenine doğrudan faydasına tanıklık etmektedir. Çeşitli yorumcular, Hinduizmin
terimlerine yönelik Budist yeniden formülleştirmeyi, zorlayıcı koşullar altında
olan ve ortaya çıkmakta olan bir sistemin gereksinimlerine hizmet etmeye
odaklanmış bir ideoloji olarak gördüler (28). Erken destekçilerinin çoğunlukla
kentsel ve yönetici elitlerin bir üyesi oldukları çok açıktır (29).
Budha
-ve genel olarak diğer Eksen Çağı peygamberleri– için toplum karşısında kişinin
önceliği söz
konusu idi. Budha, esasen itina ve sorumluluk mevkilerini oldukça sınırlı bir
alan olarak kabul eden, dünyadan özgürleşme arayışındaki bağımsız bir
gözlemciydi. Bu, Budhizmi, başat gerçeklik, kabul edilmesi gereken bir yaşamsal
bir durum olarak acı çekme temelinde inşa eden kaderciliğe yol açar. Dukkha’nın
(acı çekme) mesajı, insani durumun mutluluğa ulaşmak
yolunda nihai yeteneksizliğini ifade etmektedir.
Budizm,
bireysel kurtuluşa odaklanması vasıtasıyla toplumsal altüst oluş ve huzursuzluğun
(30) dışında bir yol vaat etmiştir. Hedef, aydınlanmışlar tarafından dünyevi
isteklerin bastırılması, “sönümlenme” veya Nirvana’dır. Benzer şekilde,
Budha’nın “kozmik süreçlere” yönelik tarifi, insani ve insani olmayan tüm
dünyevi süreçlerden arındırılmıştı. Kast sistemi ve soya dayanan rahipleri
eleştirirken bunlara muhalefet etmek için aktif bir rol oynamamıştı. Budizm,
değişen toplumsal koşullara oldukça uyumluydu ve böylelikle yönetici sınıfların
işine yaramaktaydı.
Budizm,
küresel yayılımı ve kendileri için dua edilen insanüstü varlıklar ile bir diğer
dünya dini haline geldi. Budha, yaklaşık M.Ö 250 yılında, aşina olduğumuz
oturan tanrı figürüne sahip oldu ve Budizm ise Mauryan hanedanının sonuncusu
olan Asoka’nın buyruğuyla Hindistan’ın resmi dini haline geldi.
Demir
Çağı, Hindistan’dan kısa bir süre sonra Çin’e ulaştı; M.Ö dördüncü yüzyılda
dökme demirin endüstriyel üretimi yaygınlaşmıştı. Daha erken tarihlerde Bronz
çağı paganizmi, daha az uzmanlaşmış, daha küçük ölçekteki geçim biçimlerine karşılık
gelen bir dizi manevi, doğa ve bereket festivalleri v.b ile bütün olarak başka
yerde mevcut olanlara benziyordu. Zhou hanedanı 8. yüzyıldan beri tedricen
düşüş halindeydi; sürekli savaşlar ve iktidar mücadeleleri Savaşan Devletler
(M.Ö 482-221) dönemine doğru şiddetini arttırıyordu. Böylece, şamanizm ve yerel
doğa kültlerini içeren yerli tinsel gelenekler şiddetli teknolojik ve siyasal
değişim bağlamında bastırıldı.
Taoculuk,
bir yandan animist tinsel geleneğin bağlarını korurken münzeviliğin ve ötedünyacılığın
bir yolunu sunan, bu kargaşa çağının bir parçasıydı. Gerçekte, başlangıçtaki
Taoculuk bazı “efsanevi asilerinin”, yeni toplumsal tabakalaşma eğilimlerine
karşı yeniden kurucu sınıfsız Altın Çağ lehine direnişlere katıldığı militan
bir dindi (31).
İlkellik
yanlısı motif Chuang Tzu’da açıktır ve Taoculuğun en meşhur sesi Lao-tse’nin (
M.Ö 6. yüzyıl) asıl metni olan TaoTheChing’de yaşamaktadır. Sadeliğe olan vurgu
ve devlet karşıtı görüşler Taoculuğu Çin’deki yüksek medeniyetin talepleri ile
çatışmaya soktu. Yeniden M.Ö 500’ler kilit öneme sahip zamanlardı ve Lao-tse ve
Konfüçyüs’ün muhalif mesajları Eksen Çağı’na karşı tipik alternatiflerdi.
Lao-tse’ye
karşıt olarak, onun fiili hilafı Konfüçyüs (M.Ö 557-479) devleti ve Yeni Dünya
Düzeni’ni benimsedi. “Asil yabanılın” erdemli zamanlarını özlemek yerine, sınıf
bölünmeleri ve emeğin bölünmesinden önce, Konfüçyüsçü doktrin doğayla olan
bağlardan vazgeçilmesiyle birlikte kültürel ilerlemeyi birleştirdi. Dağ ve
rüzgar tanrılarına, ataların ruhlarına ve benzerlerine herhangi bir yasak
getirilmedi, ancak bunlar artık merkezi bir öneme sahip değillerdi, hatta bir
önem bile arz etmiyorlardı.
Konfüçyüsçülük
yeni gerçekliklere açık bir uyarlanmaydı, daha yetenekli olan iktidara göre
konumlanıyordu, diğer Eksen Çağı tinselciliklerinden daha az “aşkın” bir yola
sahipti. Konfüçyüs için aşkınlık esasen içsel bir şeydi; egemenler lehine
ahlaki bir katılığa vurgu yapıyordu. Bu yolla, bireysel kişilik düzeyinde
uygarlığa ait daha ileri sömürgeleştirme yürürlüğe konuldu. Yönetimle ilgili
katı fikirlerin uluslararasılaşması, negatif teoloji, sadece ince davranış
kodları ile disipline edilme, iki binyıldır Çin’de hakim olan Konfüçyüsçü
yoldu.
Eksen
Çağı’nın bu son derece yüzeysel görünümleri, Jasper’in global tinsel “kırılma”
formülünün en azından bazı bağlamlarını ortaya koyabilir. Kültür ve doğa
arasındaki artan çatışma, insanlığın varoluşuyla ilgili büyüyen gerilimler, tahakkümün
yeni bir düzeyini sunan medeniyet lehine çözüme kavuşturuldu.
Evcilleştirmenin boyunduruğu modernize edilerek önceki zamanlardan daha sıkı
bir şekilde yeniden takıldı. Eski zamanlardaki, doğa temelli akideler terk
edilerek tinsel alem nihai bir şekilde sınırlandırıldı. Güncelleştirme
süreçleri içinde çok sayıda fedakarlık pahasına medeniyetin özgürlük ve sağlık
üzerindeki orijinal zaferi yenilendi ve genişletildi.
Tinsel
pratiğin tüm zemini kitle temelli medeniyetin yeni gereksinimlerine uyacak
şekilde değiştirildi. Eksen Çağı dinleri, özgürlük,
kendine yeterlilik ve yüzyüze bir topluluktan geride kalanların çoğu pahasına “kurtuluş” sunuyordu. Eski düzende
otoritelerin nesnelerini kontrol etmek üzere baskı ve rüşvet kullanmaları
gerekliydi. Bundan böyle, fethettikleri ayin ve ibadet alanlarında daha rahat
oynayabilirlerdi.
Tanrılar,
ilkin, kendi özgün güçleri ve
özerkliklerinden sürekli olarak mahrum bırakılmakta olan insanların en derin özlemlerinin
dışında yaratılmışlardı. Ancak ilerlemeci düşüşün dışındaki yol Eksen Çağı’nın
değişimleri tarafından engellenmiş olsa da, medeniyet hiçbir zaman gönülden
desteklenmedi ve
insanların çoğu hiçbir zaman tamamen “ruhanileştirilmiş” bir kendiliği tarif
etmedi. Bu fikirler nasıl tamamen benimsenebilir ve devasa bir yenilgi olduğu
onaylanabilirdi? Spengler’e göre bu yeni dinleri üstlenenler “yorgun
megalopolitanlar” dı (32). Günümüzün mümin insanları da yorgun megalopolitanlar
olabilir- ve bunların tümü, tüm bu yıllardan sonra, fedakarlık, keder ve
kefaret ideolojileriyle hala büyülü haldeler.
Vazgeçişler
kitlesel hale geldi. Örneğin, Budizm kendi tinsel gelişmesinin engelleri olarak
gördüğü karısını ve yenidoğan çocuğunu terk eden bir kişi tarafından kuruldu.
Birkaç yüzyıl sonra İsa, benzer “fedakarlıklar” için havarilerine öğütlerde
bulundu.
Günümüzde
ortaya çıkan felaket, din ve politika arasındaki ilişkilerle – ve daha temel
olarak medeniyetin trajedisini bir
“kaçınılmazlık” olarak kabul etmekle- fazlasıyla alakalı.
Altıncı yüzyılın insanlarını Eksen Çağı dinselliğinin hatalı çözümlerine
sürükleyen işte bu “kaçınılmazlık” duygusuydu;
bizim günümüzdeki kaçınılmazlık duygumuz hayatın tüm veçhelerindeki yıkım
karşısında insanları çaresiz bırakmaktadır. Toplumdan ve doğadan kaçmanın bir
çözüm olmadığını, bunun bilakis sorunlarımızın asıl kökeni olduğunu anlamamız
için 2500 yıl fazlasıyla yeterlidir.
Otantik
tinsellik doğayla olan ilişkilerimizin son derece önemli bir fonksiyonudur.
Eski olanı yeniden talep edebilmemiz için, yeni olanı yeniden kazanmamız
gereklidir. Yolumuzda böylesine ziyadesiyle dikilen bu engel ise, ne
büyük bir mahrumiyet içinde bulunduğumuzu göstermektedir…
Bir
zamanlar atalarımızın sahip olduğu bütünlüğü yeniden kazanmak için gereken
hayalgücü, kudret ve metanete sahipmiyiz?
Makalenin
aslı, Green Anarchy dergisinde bulunmaktadır.
Notlar:
1 Jacques Cauvin, The
Birth of the Gods and the Origins of Agriculture (Cambridge: Cambridge
University Press, 2000), p.2.
2 Karl Jaspers, The Origin and Goal of History (New Haven: Yale University Press, 1953), especially the first 25 pages.
3 Christianity and Islam may be properly considered later spin-offs of this Axial period, their own natures already established some centuries earlier.
4 Andrew Bosworth, “World Cities and World Economic Cycles,” in Civilizations and World Systems, ed. Stephan K. Sanderson (Walnut Creek, CA: AltaMira Press, 1995), p. 214.
5 Karl Jaspers, Way to Wisdom (New Haven: Yale University Press, 2003 [1951]), pp 98-99.
6 Henry Bamford Parkes, Gods and Men: The Origins of Western Culture (New York: Vintage Books, 1965), p. 77.
7 John Plott, Global History of Philosophy, vol. I (Delhi: Motilal Manarsidass, 1963), p. 8.
8 Oswald Spengler, The Decline of the West, vol. II (New York: Alfred A. Knopf, 1928), p. 309
9 Mircea Eliade, “Structures and Changes in the History of Religions,” in City Invincible, eds. Carl H. Kraeling and Robert M. Adams (Chicago: University of Chicago Press, 1958), p. 365.
10 Ibid., pp 365-366. Karl Barth’s leap into “the upper story of faith” has a similar sense; quoted in Seyyed Hossein Nasr, Knowledge and the Sacred (Albany: State University of New York, 1989), p. 48.
11 Scott Atran, In Gods We Trust: the Evolutionary Landscape of Religion (New York: Oxford University Press, 2002), p. 57.
12 S.N. Eisenstadt, “The Axial Age Breakthroughs,” Daedalus 104 (1975), p. 13. “May the gods destroy that man who first discovered hours and who first set up a sundial here.” ––Plautus, 3rd century B.C. Eisenstadt’s is the best essay on the overall topic that I have found.
13 The fate of domestic hand-loom weavers almost three millennia later comes to mind; the independent weaver household was overwhelmed by the factory system of the Industrial Revolution.
14 It is a striking irony that Nietzsche named his archetypal “beyond good and evil” figure Zarathustra.
15 Vilho Harle, Ideas of Social Order in the Ancient World (Westport, CT: Greenwood Press, 1998), p. 18.
16 Spengler, op. cit., pp 168, 205.
17 V. Nikiprowetzky, “Ethical Monotheism,” Daedalus 104 (1975), pp 80-81.
18 Jacob Neusner, The Social Studies of Judaism: Essays and Reflections, vol. 1 (Atlanta: Scholars Press, 1985), p. 71.
19 Paolo Sacchi, The History of the Second Temple Period (Sheffield:Sheffield Academic Press Ltd., 2000), p. 87.
20 Ibid., pp 99-100.
21 Frederick Klemm, A History of Western Technology (New York: Charles Scribners Sons, 1959), p. 28.
22 Charles Singer, E.J. Holmyard and A.R. Hall, eds., A History of Technology, vol. I (Oxford: Clarendon Press, 1954), p. 408.
23 C. Osborne Ward, The Ancient Lowly, vol. I (Chicago: Charles Kerr, 1888), Chapter V.
24 Ludwig Edelstein, The Idea of Progress in Classical Antiquity (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 1967), pp 15-16.
25 Ibid., p. 3.
26 Romila Thapar, “Ethics, Religion, and Social Protest in India,” Daedalus (104), 1975, p. 122. See also pp 118-121.
27 For example, Vibha Tripathi, ed., Archaeometallurgy in India (Delhi: Sharada Publishing House, 1998), especially Vijay Kumar, “Social Implications of Technology.”
28 See Greg Bailey and Ian Mabbet, The Sociology of Early Buddhism
(Cambridge: Cambridge University Press, 2004), pp 18-21. Bailey and Mabbet, it should be said, see more of the picture than just this aspect.
29 Thapar, op. cit., p. 125.
30 Bailey and Mabbet, op. cit., p. 3.
31 Joseph Needham, Science and Civilization in China, vol. 2 (Cambridge: Cambridge University Press, 1962), pp 99-100, 119.
32 Spengler, op. cit., p. 356
2 Karl Jaspers, The Origin and Goal of History (New Haven: Yale University Press, 1953), especially the first 25 pages.
3 Christianity and Islam may be properly considered later spin-offs of this Axial period, their own natures already established some centuries earlier.
4 Andrew Bosworth, “World Cities and World Economic Cycles,” in Civilizations and World Systems, ed. Stephan K. Sanderson (Walnut Creek, CA: AltaMira Press, 1995), p. 214.
5 Karl Jaspers, Way to Wisdom (New Haven: Yale University Press, 2003 [1951]), pp 98-99.
6 Henry Bamford Parkes, Gods and Men: The Origins of Western Culture (New York: Vintage Books, 1965), p. 77.
7 John Plott, Global History of Philosophy, vol. I (Delhi: Motilal Manarsidass, 1963), p. 8.
8 Oswald Spengler, The Decline of the West, vol. II (New York: Alfred A. Knopf, 1928), p. 309
9 Mircea Eliade, “Structures and Changes in the History of Religions,” in City Invincible, eds. Carl H. Kraeling and Robert M. Adams (Chicago: University of Chicago Press, 1958), p. 365.
10 Ibid., pp 365-366. Karl Barth’s leap into “the upper story of faith” has a similar sense; quoted in Seyyed Hossein Nasr, Knowledge and the Sacred (Albany: State University of New York, 1989), p. 48.
11 Scott Atran, In Gods We Trust: the Evolutionary Landscape of Religion (New York: Oxford University Press, 2002), p. 57.
12 S.N. Eisenstadt, “The Axial Age Breakthroughs,” Daedalus 104 (1975), p. 13. “May the gods destroy that man who first discovered hours and who first set up a sundial here.” ––Plautus, 3rd century B.C. Eisenstadt’s is the best essay on the overall topic that I have found.
13 The fate of domestic hand-loom weavers almost three millennia later comes to mind; the independent weaver household was overwhelmed by the factory system of the Industrial Revolution.
14 It is a striking irony that Nietzsche named his archetypal “beyond good and evil” figure Zarathustra.
15 Vilho Harle, Ideas of Social Order in the Ancient World (Westport, CT: Greenwood Press, 1998), p. 18.
16 Spengler, op. cit., pp 168, 205.
17 V. Nikiprowetzky, “Ethical Monotheism,” Daedalus 104 (1975), pp 80-81.
18 Jacob Neusner, The Social Studies of Judaism: Essays and Reflections, vol. 1 (Atlanta: Scholars Press, 1985), p. 71.
19 Paolo Sacchi, The History of the Second Temple Period (Sheffield:Sheffield Academic Press Ltd., 2000), p. 87.
20 Ibid., pp 99-100.
21 Frederick Klemm, A History of Western Technology (New York: Charles Scribners Sons, 1959), p. 28.
22 Charles Singer, E.J. Holmyard and A.R. Hall, eds., A History of Technology, vol. I (Oxford: Clarendon Press, 1954), p. 408.
23 C. Osborne Ward, The Ancient Lowly, vol. I (Chicago: Charles Kerr, 1888), Chapter V.
24 Ludwig Edelstein, The Idea of Progress in Classical Antiquity (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 1967), pp 15-16.
25 Ibid., p. 3.
26 Romila Thapar, “Ethics, Religion, and Social Protest in India,” Daedalus (104), 1975, p. 122. See also pp 118-121.
27 For example, Vibha Tripathi, ed., Archaeometallurgy in India (Delhi: Sharada Publishing House, 1998), especially Vijay Kumar, “Social Implications of Technology.”
28 See Greg Bailey and Ian Mabbet, The Sociology of Early Buddhism
(Cambridge: Cambridge University Press, 2004), pp 18-21. Bailey and Mabbet, it should be said, see more of the picture than just this aspect.
29 Thapar, op. cit., p. 125.
30 Bailey and Mabbet, op. cit., p. 3.
31 Joseph Needham, Science and Civilization in China, vol. 2 (Cambridge: Cambridge University Press, 1962), pp 99-100, 119.
32 Spengler, op. cit., p. 356
0 yorum :: Medeniyetin Demir Pençesi Eksen Çağı
Yorum Gönder