Göktuğ Halis
Mustafa Çölkesen ve Ahmet Özcan arasındaki tartışmayı yakından takip ediyorum. Hatırlayacaksınız, Ahmet
Özcan'ın tüm tartışmaya vesile olan "Marks'a Mektubu", Çölkesen'in
"sosyalist" geçmişi göz önüne alındığında, "doğal" bir
tepki doğurmuştu. Ahmet Özcan ise bu tepkiyi: "Sayın Çölkesen haklı olarak
Marksistlere yönelik ifadelerimden alınmış" sözleriyle açıklamıştı.
Çölkesen'in tepkisi bize göre de net olarak "anlaşılabilir
nitelikler" taşımaktadır. Biraz daha ileriye giderek, böylesi bir tepkinin
"kaçınılmaz" olduğu dahi söylenebilir. Bu anlaşılabilirliğin ve
kaçınılmazlığın altını elbette ilerleyen bölümlerde çizmeye çalışacağız. Ancak
daha önce, söz konusu tartışmanın olası "getirileri" hakkında birkaç
söz söylemenin gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Söz konusu tartışmanın,
daha önce gerçekleştirilmiş "bu nitelik ve düzeydeki" tartışmalara
dair deneyimimiz göz önüne alındığında, "herhangi bir sonuca"
ulaşmayacağını kestirmek zor değil. İki taraf açısından da kararlar çoktan
verilmiş, yollar belirlenmiştir. Evet, belki bunu söylemek bayağı bir
totolojidir ve bir adım daha ileride, "o kadar konuştuk da elimize ne
geçti" tarzında, bayağı bir çıkarcılığa bulaşma tehlikesi taşır. Ancak,
bize göre bu tip tartışmalarda "somut ve ani" kazançlar tepemizden
bir anda yağmasa da, "elimize çok şey geçer". Herşeyden önce, Ahmet
Özcan gibi usta bir kalemin ve fikrini doğru düzgün formüle edebilmiş
düşünürlerle konuşmanın, bizlere katacağı değerlerden nasiplenmek noktasında
bireysel olarak kazançlıyızdır. Diğer taraftan "Dikine" grubunun
arayışının böylesine sağlam duraklarda bekleyerek, Kuran-ı Kerim ve Kitab-ı
Mukaddes gibi, ontolojik, epistemolojik ve etik olarak derin çıkarımlar içeren,
kayda değer, önemsenmesi ve üzerinde saygıyla düşünülmesi gereken yaşam
biçimlerini motive eden yapıtlarla içli dışlı olmuş kişilerle münasebetinden
önemli dersler çıkarabileceğini anlamak zor değildir
Tüm bu olası kazançların
karşıtında ise, "değeri" ve niteliği böylesine yüksek tartışmaların
dahi içrek olarak sahip olduğu "tehlikeler" yer almaktadır. Bu
tehlikeler, biraz da "insan" denen varlığın, dünyevi ve ahlaki
güçsüzlüğüyle ilintilidir aslında.
Bununla ne demek
istiyoruz? Bu güçsüzlük nerededir ve nedendir?
Bu soruları yanıtlama
çabası bizleri derin felsefi akıl yürütmelere götürür. Ve tarihe "maddeci
bir gözle bakıyorsanız", işiniz daha da zordur. Yani, Kutsal Kitapların
anlattığını doğru kabul eden birisi kadar kolay değildir. Konunun bir yerinde
"insanın çocukluk" dönemine dönmek zorunda kaldığınızda, Kitab-ı
Mukaddes'in "Yaratılış" bölümündeki hazır bütün, yahut Kuran-ı
Kerim'in özellikle Ebu'l Beşer (1)
hakkında, çok ayrıntıya dalmayan, çoğunlukla ibret kıssası şeklinde yer verilen
dağınık bilgilerinden yararlanabilir olma şansınız yoktur.
Maddeci insan için,
insanın kökenine yönelik bir araştırma, sorunlu ve kapsamlı bir bilgi
disiplinine ilgiyi zorunlu kılarken, Adem söylencesi dindar birisi için
içerdiği felsefi tartışmalar, açık ahlaki sonuçlar ve meselsi dokusuyla
kapsayıcı ve davetkar bir bütünlük sunmaktadır. İslam dininin, İsrailiyat diye
dışladığı ancak kendi çizgisini İbrahim'e dek götürmek suretiyle ortak bir
tarihi sahiplenmek noktasındaki tavrından hareket edersek, rahatlıkla
belirtebiliriz ki, İslam'ın bahsettiği Adem, Tevrat'ın bahsettiği Adem'dir;
aynı hikayeyi özümser, aynı koşulları anlatır. (2)
Belirttiğimiz gibi, bir
maddecinin "insanın güçsüzlüğü" problemine ilişkin bakacağı ilk yer
değildir kutsal kitaplar. Onun insanın kökenine ilişkin araştırması, zamansal
bir geriye dönüştür. Tarihsel olmak zorundadır. Gide gide de çoğu zaman
kesinlikten alabildiğine uzak, elde avuçta birikmiş bir elin parmaklarını
geçmeyen "somut" bilgilerden hareket etme zorunluluğunu kendisine ve
bizlere dayatan antropoloji ve arkeoloji bilimine yoğunlaşmaya iter. Karşınızda
ilahi bir söz yoktur. İnsan yaratımı bir bilimin, söylediklerinden ve
yazdıklarından kuşkulanmadan yapamayacağınız, eksikli ve sorunlu bir bütün
vardır. Bu itilim sonucunda gördüğünüz, en kaba tabiri ve "polemik"
yapıyor olmaktan imtina eden bir Marksist olarak, insanın doğal yaşamındaki
güçsüzlüğüdür.
Diğer taraftan, doğal
olarak bir çok sorunun çözümündeki "köken" sorunsalı, maddeci
perspektif için problemli olmakla birlikte, asla tutarsız ve ilkesiz değildir.
Az da olsa somut verilerden kotarılmış bir yaşam görüşü oluşturmak yolundaki
gayret "hatırı sayılır bir hassasiyet" içerir. Bu hassasiyetten
hareketle adım adım ilerlemek zorunda kaldığımızı belirterek, Çölkesen ile
Özcan tartışmasına geriye dönersek "insanın güçsüzlüğü" probleminin,
tanımlama ve kavramsallaştırma zorunluluğundan kaynaklandığını söylemek
kaçınılmaz hale gelir. Bu, ilkel insandan günümüze varolan bir problemdir. Ne
yazık ki, bu, insanın, insanlaşma sürecinin kaçınılmaz parçasıdır . İnsan,
kendi dışında birşey görür, onu tanımlama itkisi kendi içinde alabildiğine
güçlüyken, kendi güçsüzlüğünün hesabını yapamadan, bu dışsal olanı tanımlamaya
girişir, onu kavramsallaştırır. Onu anlamaya çabalarken, onu anlamak adına
birçok şeyi dışlar, tanımlama gayretine girdikçe, bütünü ve anlamını kaçırır.
Spinoza'nın "omnis determinatio est negatio" (3) saptamasının uzandığı bir diğer yön de budur aslında.
"Kendimiz için tanımlamalara giriştikçe" aslında "o
olmayanı" da gözden kaçırmışız demektir. İnsan buna yazgılıdır, zira
tanımda önemli olan, bizim ne anladığımızdır. Dışarıda olanı, ne oranda
karşıladığı, ya da yaptığımız tanımın "dışsal şey'i" ne oranda
kapsadığı felsefi bir problem olarak değerlidir.
Yanlış
tanımlamalar : İslamcılık ve Solculuk
Çölkesen ve Özcan
tartışmasının henüz başlangıcında göze çarpan böylesine bir güçsüzlüktür.
Çölkesen'in, "İslamcı" tanımlamasını reddetmektedir Özcan. Bizler onu
tam olarak anlayamasak bile (zira kişisel bir tavrın tamamen anlaşılması , o
tavrı gösteren birey için bile çoğu zaman zordur), bu tavrın nedenlerini az çok
tahmin edebiliriz. Tanım, gerek "cı" ekinin içerdiği bayağı bir
"tarafgirlik" vurgusu, öte taraftan Kur'an-ı Kerim kılavuzluğunda
yaşanan doğru bir hayatın içsel anlamı ve manevi değerine uymayan içeriği,
gerekse, bir zamanlar (belki de teorik imkansızlığını düşünmeden hala)
kendilerine "İslamcı" diyen bir grubun ülkenin siyasi iktidarının
zirvesinde yer alışı, böylesine genel bir tanıma dahil olmamak konusunda
Özcan'ın hassasiyetini anlaşılabilir kılar. Diğer taraftan Özcan'ın reddettiği
ve ardından geliştirdiği "kendine yönelik" tanımlamasını daha sonra
ele almak üzere bir kenara bıraktığımızda, "eleştirdiği gibi
davrandığını" saptamak hiç de zor değildir. Özellikle polemik konusunda
ellerine su dökemeyeceğimiz "solcular" ifadesinde,
"solculuğun" "Dikine" grubunu oluşturan hiçbir bireyin
kabullenmediği bir tanım olduğunu düşündüğümüzde:
1-Polemiği çok iyi yapmak
eleştirisinin Çölkesen'e ya da Dikine’nin herhangi bir bireyine yönelik olmadığı;
2- Öyleyse bu ifadenin
"Özcan'ın yazısında ne aradığının" anlaşılamadığı, açıktır.
Evet, bizler solcu
değiliz. İlk olarak en bayağı ifadeyle, Özcan'ın reddediş nedenleriyle. Örneğin
CHP de solcu olduğu için. Diğer taraftan, "solculuk" tanımının köken
belirsizliği yüzünden. Ayrıca, Hegel yorumcularının sağ ve sol olarak
bölümlenmesinden, Fransız ihtilali sonrasında parlamento salonunun sağ ve sol
kısımlarına oturmak suretiyle ayrışan tutumlara dek, kavram, belirleyici
olmaktan uzak olduğu için. Bir diğer açıdan, "günlük kullanım diline"
böylesine rahat ve pervasızca düştüğü için...
Çok daha önemlisi,
Özcan'ın İslamcılığı reddederek, kendine yönelik yeni bir tanım geliştirişini
ve biçimleme sırasında oluşturduğu yapıdan, "solculuk" tanımına
yönelik hassasiyetimizin hesapta olmadığı bir koşulda, Özcan'ın da
"solcu" olduğu çıkabileceği için.
Şöyle söylüyor Özcan:
"kendini özgürlükçü bir Müslüman olarak tanımlayan, kapitalist veya
sosyalist emperyalizme, her tür faşizme, şovenizme, Osmanlının parçalanmasına,
ezilen, sömürülen bütün batı dışı dünyanın perişan haline, Anglo-Amerikan yeni
Roma imparatorluğunun eyaletine dönüştürülmüş ulusal düzene, kurumsal dine, her
tür kişi tapımına, para tapımına, kimlik tapımına itiraz edip..."
Kendisinden özür dileyerek,
burada cümlesini kesiyorum. Kesiyorum, çünkü sonraki bölüm "la ilahe
illallah" diyen az sayıda bağımsız müslümandan birisi olduğu şeklinde
sürüyor. Kesiyorum çünkü, yazının bu bölümü, Özcan'ın ilk ifadesiyle teorik bir
çelişki oluşturuyor: "Özgürlükçülükle..." La ilahe ilallah"
sözcüğüne rağmen, Özcan'ın solculuğunu bu tanımlamadan çıkarsamak, hiç de zor
değildir aslında. Olsun, modern dünyanın politik düzeninde kimin kimden alıntı
yaptığı artık açık değildir. Herbert Marcuse'nin uyardığı gibi, artık sağın da
solun da, birbirine çok benzer sözler kullandığı yapı söz konusudur artık.
Ülkemizden de, İslamcı kesimlerin politika yolunda "sol jargonu nasıl
kullandığı" hafızamızdadır.
Konumuz politik
hesaplaşmalar değildir elbette. Ancak, yaptığımız tanım gereği çelişkiye
düşmemek adına, "gerçeğin bizim anladığımız kadar olmadığını" kabul
eden kişiler olarak, özgürlükçü bir müslüman tanımının teorik imkansızlığı
üzerine birkaç söz söylemek gerekiyor. Bu tanımlamaya dışarıdan bakan ve
Anarşizm ile Marksizm arasındaki tartışmayı uzun süredir takip eden kişiler
olarak, Özcan'ın "özgürlükçülük" kavramının teorisine
"özgün" ve "subjektif" katkılar yapmak zorunda kalmadan,
Müslümanlıkla bir araya getiremeyeceğini belirtmeliyiz. Bu özgün katkılar
elbette kişisel düzlemde bizim problemimiz değil, ancak,
"tanımlanmış" kavramlar ve onların sınırları üzerinden,
"herkesin anladığı şekilde" gitmeyeceksek, bir kavramı "ben
şurasını, burasını değiştirdim", ya da "bundan herkes şunu anlıyor ama
ben bunu anlıyorum" şeklinde tartışacaksak birbirimizi anlamamızın zaten
imkanı yok. Özcan, özgürlükçü Müslümanlığı, hem de "La ilahe
illallah" fikrine bağlılıkla, eminim kişisel düzlemde, olgun ve doyurucu
şekilde bağdaştırmıştır. Ancak, kişisel niyetlerimizin ve dileklerimizin
gösterdiği yol, kişisel yaşamımızı aştığında, kamuya açık bir tartışmaya
döndüğünde ne anlam taşır. Anarşi fikri, Aydınlanma felsefesinin sonuçlarından
birisi olarak yalnızca "devletleşmeyi" ve dünyevi iktidarı dışlamaz.
Göksel iktidarı da kapsayan dokusu net çizgilerle tanımlanmıştır. Tolstoy'un
içinde bulunduğu çelişki ve Anarşist literatürde sıklıkla tartışılagelen, koyu
bir Hıristiyan olmasına karşın "Anarşist" olarak anılmasındaki
çelişki biraz da budur. "Ne Tanrı Ne Devlet" sloganını, "ben
böyle yaptım oldu" şeklinde genişletemezsiniz. Özgürlükçülük,
"Bireyin dışında, herhangi bir otorite ve erk kavramının (dikkat edin,
kavram diyorum) bulunmadığı yerde vardır" der Boockhin. Anarşist
toplumların herhangi bir dizgesinin bulunmadığı ilkesine karşın, süreç
içerisinde ilerleyen tartışmalarda, bireylerin herbirinin katılımıyla
oluşturulmuş "yasalar bütünlüğünün" özgürlükçü tutumla çelişki içeren
bir doku oluşturmayacağı dahi tartışılır hale gelmişken, "özgürlükçü bir
müslüman olma" durumu, karşısına hem "özgürlükçü yazın
geleneğini" hem de "İslami tutumu" alacak teorik bir
imkansızlığın altını doldurmanın bir hayli zor olacağı bir durum ortaya koyar.
Özcan'ın bu konudaki açıklamaları, bizler için de, özgün bir yarar
sağlayacaktır. Şayet başarabilirse, biz de "Anarşizmi Marksizm ile
bağdaştırmaya çalışan arkadaşlarımızın imkansız çabalarına" emsal
göstereceğimize söz veriyoruz. Ancak diğer noktalara geçmeden önce toparlarsak,
Anarşist bir Marksist nasıl teorik olarak imkansız ise, kendine "La ilahe
illallah" sözünü kılavuz olarak belirlemiş bir müslümanın
"özgürlükçü" olması da o oranda imkansızdır. Daha da ileriyi
arşınlarsak, aynı çelişkinin Kapitalist bir Müslüman ya da ve yaratılış ve
evrim temelindeki çelişkiler nedeniyle, örneğin Sosyalist bir Müslüman için de
geçerli olduğuna kolaylıkla ulaşırız.
Marksizmi
Hatalı Referanslarla Tartışmak
Tüm bunlardan neden
bahsediyoruz? Amacımız ne polemik yapmada birinci olmak, ne de kimsenin takip
edemeyeceği ağırlığıyla laf ebeliği yapıp insanları usandırmak. Ancak tartışma
konumuz şayet Marks ve Marksizm ise, bu yapıları eleştiriye soyunmuş kişilerin
kendisini tanımlama biçimi anahtar bir rol oynamaktadır. Bu açıdan, Özcan'ın,
Marksizmin, Kapitalizmin "içinden" davranarak, paranın tahakkümünü
değiştirmeye çabalamak noktasında tutarsız davrandığı şeklindeki, çok sayıda
hatalı bildirimini oluşturan bakış açısını anlama şansımız kolaylaşmaktadır.
Bu işin kolayına kaçmak
mıdır? Hayır, değildir. Yalnızca insanlık tarihine bakarken de kullandığımız
"tarihsel maddeci" yöntemin kaçınılmaz sonucudur. Kişiyi hayata
bağlayan kanalları, duruşunu, yaşam biçimini anlamadan, ya da anlamaya
çalışmadan, teorisini, felsefi bütünlüğünü ya da düşüncelerini anlayamazsınız.
İşte tam da bu sebepten, örneğin bir Marksist'in felsefe tarihine ilişkin okuma
ve yazma çabası, liste şeklinde sıralanan düşünürlerin "fikirlerinin"
alt alta yazıldığı yapıtlardan ibaret değildir. O, düşünürün, sınıfsal konumuna
kritik düzeyde ilgi duyar. Bu sayede Özcan'ın saptamalarının neden yanlış
olduğunu daha iyi anlama şansımız vardır ki bunların başında, Marksizmin
"sistemin dışına çıkmadan onu değiştirme gayesinin" tutarsızlığı
bulunmaktadır. Herşeyden önce ve kişisel anlayışın ötesinde, sistemin değişme
ve farklılaşması ve yapının Proletarya Diktatörlüğü'ne evrilmesi noktasında,
İslam'ın tarihi de dahil olmak üzere, hiçbir siyasi hareket ya da düşünce
akımı, "solcular" kadar sistemin koşullarını zorlamamıştır. Lenin ile
doruk noktasına ulaşan bir "silahlı mücadele ilkesi", içrek olarak
Marksizm tarafından özümsenmiştir.
Özcan'ın, somut
saptamalarının ana kaynağını tam olarak anlayamadığımızdan dolayı kendi
imkanlarımızca akıl yürüterek, "modern kurguların taşıyıcısı, misyoneri,
kültür ajanı ve de yapı sökümcüsü" olan (solcuları bilmem ama)
Marksistler'e yönelik temel eleştirisinin, bürokrasi ve Batı'nın tırnak içinde
gelişmiş kapitalist demokrasilerine ustaca adapte olmuş sosyalist partiler
olduğu sonucuna varırsak, bunun ne Marks ile ne de Marksizm ile uzaktan
yakından ilgisinin olmadığını, bambaşka tartışma disiplinlerinin konusu
olduğunu vurgulamamız zorunludur. Bürokrasi uygulaması zaten, bizzat Marks
tarafından formüle edilmiş olan kuramda bir potansiyel olarak bulunmaktadır.
Bunu Marks'ın fikirlerinin Marksizm tarafından yozlaştırılması olarak sunmak
büyük yanlışlık içermektedir. O zaman Stalin'i Marksizmin sapışının doruk
noktası olduğu şeklindeki kolaycı bakış açısına katılmak zorundasınızdır. Bunun
dışında, pozitif bir sistem olarak Marksizmin "koşullara uygun
mekanizmalar geliştirmek suretiyle", yeri geldiğinde yasal partileşme,
yeri geldiğinde de varolan çelişkileri keskinleştirmek ve nihai çözülüş
aşamasını kolaylaştırmak bağlamında, farklı mücadele tarzlarını benimsediğini
görmek mümkündür. Ayrıca Marks ve Marksizm arasındaki ilişkiyi de, kanıtlanmış,
kesinleşmiş ve a-priori olarak doğrulanmış bir karşıtlık gibi sunmanın da büyük
bir hata olduğunu vurgulamamız gerekmektedir. Marksizm, Marks'ın fikirlerinin
"tamamlanmaya" açık ucunun varlığını kabullenip, bu alan üzerinde
faaliyet gösterir başat olarak. Bu da "diyalektik" felsefenin
kaçınılmaz sonucudur. Kapitalizm ve Sosyalizmin, aynı dili konuşma zorunluluğu
ise, tartışılabilir değildir. Aynı koşullar üzerinde doğar ve gelişirler.
Birbirlerinin ardılıdırlar.
Özcan'ın Marksizm'e
yönelik ilk hatırı sayılır eleştirisinin, liberter perspektiften beslendiği ise
açıktır. Zira, radikalleşen sol, daima düzen partilerini nasıl "sistemin
içinde kalmakla" suçlar ve onun sınırları içinde faaliyet göstermenin,
sistemi güçlendirecek bir misyon biçtiği savını biçimlerse, teorik olarak daha
da radikal bir tepki içeren anarşizm, benzer bir yorumu "solcular"
için yapar. Özcan'da gördüğümüz de budur. Ancak konunun, anarşist
perspektiften, Marksist kalkışmanın eleştirisine yanıt biçimine dönüşmesini
engelleyen çok temel bir sorun vardır ki, bu da muhatabımızın "Kuran-ı
Kerim" gibi, tek ve mutlak otorite olarak, Allah'ı gören bir inanç
sistemine bağlı olmasıdır.
Çok daha ciddi bir
problem, elbette "polemik" yapma konusundaki uyarıları ve güçsüzlük
bildirimlerinin ardından gelen solcuların "istedikleri kadar kendilerini
savunabilecekleri, ama Özcan'ın bunlarla hiç de ilgilenmediği" yolundaki
bildirimidir. Çünkü Özcan kararlıdır ve bizlere göre hiç de söz konusu bile
olmayan, yalnızca yaşamın pratiğinde güdük kalan teorik unsurların yeniden tanımlanmasıyla
çok daha güçlü bir anlam kazanabilecek teorinin "yenilgisinden",
kaybettiğinden emindir. Bilmiyoruz, nasıl böyle bir kanıya ulaştı. Ancak işin
içinden, nasılsa soğuk savaşın bitişinin hemen ardından "sistemin
araçlarının komünizmi SSCB ile özdeş kılarak, Lenin'in heykellerinin müzelere
kaldırılışını popüler hale getirip baş haber şekline dönüştürmek suretiyle,
milyarlarca "insana" nasıl olsa kabul ettirdiğini biliyoruz, diyerek
çıkamayız. Zira Özcan "ortalama" bir insan değildir. Referanslarından
anladığımız ölçüde, araştırma yelpazesi alabildiğine geniş, çok farklı
disiplinler üzerine kafa yoran, yazıları, makaleleriyle hatırı sayılır bir
entelektüel birikimi alabildiğine güçlü bir kişinin, "yüz elli yıllık bir
deneyim sonrasındaki yenilgiyle yüzleşmek ve tüketilen krediler"
konusunda, bizlere anlatacağı daha fazla şey olmalıdır. Dinlemeye hazırız.
Ancak, böylesi bir nihai yargının "artık başka yerlere bakmak ve konuşmak
zorundayız" şeklinde bir öneriye vesile olan tutumun, önerileri de
tartışmaya değerdir.
Başka
yerlere bakmak
Başka yerlere bakalım
Özcan'ın dediği gibi. Ancak "başka yere bakmak", artık burayı
bitirmiş olmak, sonucunu içerdiğinden dolayı da ilgi çekicidir. Biraz durmamız
gerekiyor burada. Özcan gerçekten Marksizmi tüketip, başka yerlere bakmak
önerisini biçimleyecek konumda mıdır? Anarşist jargonun, "Özcan'da
cisimleşmekte olduğunu görmek zor değilken, incelemekte fayda var.
"İktisadi faaliyeti,
insan türünün yaşamsal ihtiyaçlarından “sadece birisi” olarak konumlandırmakla
işe başlayalım derim. Ekonomi-politik, evet, birçok toplumsal ve bireysel
davranışın önemli etkenlerinden biridir. Ama sadece biridir. Ve altyapı değildir
" diyor, Özcan. Üzgünüz ama "Dikine”, çok yakın tarihli bir
toplantıda tam da Marksizmin "ekonomizm" temeli üzerinde yükselen bir
doktrin olduğu iddialarının "ağırlıkla" reddedildiği sonucuna
ulaşmıştır. Ne yazık ki, özellikle son dönemde basit hale getirilmiş
"anarşist" kolaycı metin geleneği ve teoriyi reddediş tarzı, popüler
kültürün isyancı tiplerini nasıl kolaylıkla Marksizmi eleştirmeye ve
eleştirirken aynı odak noktasına yoğunlaşmaya itiyorsa, Özcan'ın da aynı öyle,
elbette niceliği farklılaşmakla birlikte nitelik olarak Marks'ı ikinci el
kaynaklardan anlamaya itmiş gibidir. Zira, Marksizm'in temel problemi şaşılası
bir yanlışlıkla "ekonomizm", ya da iktisadi faaliyetin insan türünün
yaşamsal ihtiyaçlarının tam merkezine ve odak noktasına oturuşuyla açıklanmamaktadır.
Böylesi yaygın yorumlar, ne yazık ki, yanlış anlaşılmış bir Marksizme götürür
bizi. Tıpkı, yazının girişinde bahsettiğim "eksik tanımlamalar" ve
yaptığımız kavramsallaştırmaların şeylerin doğasına uygun olup olmadığı
sorununa.
Oysaki, Marks'ın teorileri
"görünenden" hareketle biçimlenmiştir. Gözünü diker, etrafına bakar
bu kişi. Ağdalı diline, kitleleri dışlar gibi görünen tutumuna rağmen Marks'ın
söyledikleri çok basittir aslında. Neyi görmüştür Marks, kafasını
kaldırdığında? Piyasa ekonomisini, onun unsurlarını ve acımasızlığını. Acıyı
görmüştür, tüm zenginlikleri yarattığı halde, onlardan hiçbirisine sahip
olamayan bir sınıfı, prolateryayı. Ortada Hegel'in savunduğu "evrensel
akla hiç de uygun olmayan" gerçekliği. Bu ilişkileri irdeler Marks ve
teorisinin özüne "iktisadi faaliyeti" yerleştirmiş gibi gözüken
kritik çatallaşmaya ulaşır. Kapitalizmin, dolayısıyla gününün ulaştığı
toplumsal aşama aslında, insanın yaşam mücadelesinde geldiği aşamanın
sembolüdür. Peki insanın yaşam mücadelesinin özünde ne vardır?
Doğa ile çatışma...
Özcan doğadan örnekler
verir, biz de verelim. Çünkü tarih ona nereden bakarsanız bakın, sizleri
doğrulayacak çok sayıda veri içerir. İnsan, ekmeğini, gıdasını, yaşaması için
gerekli olan temel gereksinimlerini, hiçbir varlıkta olmadığı kadar daha büyük
bir zorlukla, doğa ile mücadele ederek kazanmıştır çünkü. Üstelik doğa insana
hiç de özenli davranmamıştır. Ondan bir kartalın güçlü kanadı, bir çitanın hızı
ya da bir filin güçlü cüssesi yoktur. İnsan, kendisinden esirgeneni almak için,
çeşitli güçler bahşedilen varlıkların denemediği bir şeyi denemek zorunda
kalır: Doğanın esirgediğini doğadan almak için, doğayı kullanır. Çok geçmeden
insan, "ikinci doğayı" yaratır ve bu yaratım, birincil doğaya karşıt
ve onun varlığını tehdit eder bir hale bürünür. Doğanın talanı gibi sonuçları
itibariyle korkunçtur bu, ama insan yaşamak zorundadır.
Marksizmin özünde
ekonomizm yoktur. İktisadi faaliyetler de, insan türünün eylemleri içinde en
kritik yerde değildir. Marksizm, insanın varolma mücadelesini ve doğayla
giriştiği çatışmanın seceresini tutar sadece. Toplumsal olguları ve bireyi,
tarihle açıklar. Tarihi "pozitif somutluk" kaygısı taşıyarak inceler.
Baktığı her tarih döneminde ve coğrafyasında, insanların yaşamlarını sürdürmek adına,
belli roller üstlenmiş olduğunu görür. Sınıf çatışmaları, bu üstlenilmiş roller
arasındaki kastlaşma durumudur. Diğer taraftan, yaratılan ikincil doğanın kendi
içindeki dengeleri, insanın birincil doğa ile olan ilişkilerini yönlendirir.
Öyleki, üretim araçları ve üretim ilişkileri şeklinde formüle edilen karmaşık
süreç, insanın doğa ile giriştiği mücadelede geldiği aşamadan başka bir şey
değildir. Diğer söylenen sözler ise, uzmanlık konularından ibarettir.
Marksizmi, totolojik ve determinist olarak nitelemek ise en iyi ihtimalle, bu
konuda zaten yürütülmüş olan tartışmalardan haberdar olmamakla ilgili olabilir.
Dini
söylenceler
Özcan, ne söylemek
istediğini açmaya çalıştığında ise, anarşist jargondan vazgeçer ve alabildiğine
tutarlı öznel bir idealizm tavrı gösterir. Çünkü, Marksizmin yanlış anlaşıldığı
açık olan sonuçlarını verdikten sonra, Özcan, kişisel olarak insandan ne
anladığını açıklamaya girişir. Marks'a karşı Ahmet Özcan vardır artık
karşımızda. Özgürlükçü Müslüman Özcan'ın "kişiyi" iç sıkıntıları
olan, Berkeley tarzı bir "yaşananların görüntüden ibaret olduğu inanışına
sahip, iyilik ve kötülük arasındaki savaşımı içinde barındıran bir varlık
olarak gördüğünü anlarız...
İyi de, ne yazık ki
böylesi çıkarımlarla Marksizmi tartışmak imkansızdır neredeyse. Marksizmin
karşısına, ki teori, bilimsel ispatlar üzerinden yürümeye gayret ederken,
insanı "iyi ve kötü mücadelesinin savaş alanı", ya da
"kaygıları" olan bir varlık olarak tanımlayarak çıkamazsınız.
Çıkarsınız da, örneğin Marks'ın ortaya koyduğu "artı-değer" teorisi
gibi çıkarımlarda asla dile getirilemeyecek basit bir cümleye muhatap
olursunuz. Size " o sizin görüşünüz" derler, işin içinde çıkarlar.
"Benim görüşüm değil, bakın dinsel söylencelere" de diyemezsiniz.
Toplumsal düzeyde mitolojinin, halk hikayelerinin, dinlerin, bilimsel ve
pozitif ispat değeri olarak tartışılabilir bir değeri vardır.
Yine de belirtmeliyiz ki
dinsel söylenceler ve doğada, Özcan'ın gördüklerini görmüyoruz. Uzun zamandır
kutsal kitaplar ve kadim dinler hakkında çalışmalarımızı sürdürüyoruz, ama
cennetin, çatışmaların olmadığı bir yer olmadığı konusunda aynı fikirde
değiliz. Eski Ahit'e bağlı kalarak ifade ettiğimizde çatışmanın tarafları
olarak gözüken Şeytan ve Tanrı arasında mutlak bir uyum, modern tabirle
"ortak çalışma" amacı görülmektedir. İnceleyelim: "RAB Şeytan'a,
"Nereden geliyorsun?" dedi. Şeytan, "Dünyada gezip
dolaşmaktan" diye yanıtladı. RAB, "Kulum Eyüp'e bakıp da düşündün
mü?" dedi, "Çünkü dünyada onun gibisi yoktur. Kusursuz, doğru bir
adamdır. Tanrı'dan korkar, kötülükten kaçınır." (4) Söz konusu örnekte,
"Şeytan'ın göksel divanda kendisine yer bulduğu açıktır. Eski Ahit'in
"erken tarihli bölümlerinde Şeytan ve Tanrı arasında herhangi bir
kavganın, ya da çatışmanın herhangi bir derecesinin varolduğu görülmemektedir.
Cennet, Adem ve Havva'nın Cennetten kovuluş öyküsündeki yaygın haliyle bilinen
"çatışma" ise, Eski Ahit'in ilerleyen bölümlerinde, Tanrı'nın kötülük
yapan ruhlarla ilişkisi göz önüne alındığında çok daha iyi anlaşılabilmektedir.
Kimi bölümlerde Tanrı'nın amacına "kötü ruhları" kullanarak
ulaştığını görmek mümkündür. Çok daha ileri aşamada ise Azazel için ilgi çekici
bir biçimde kurban istediği dahi görülür. (5)
Ancak geç tarihli kimi kitaplarda, Tanrı ile Şeytan arasındaki kimi çatışmalara
örnek vardır ki, bunun "değişen toplumsal koşulların" ürünü olduğunu
düşünmek için yeterli nedenimiz vardır. Diğer taraftan kesinlikle istisnaidir
ve Cennet tablosuna ilişkin karşıtlık görünüm itibariyle aldatıcıdır, izi
sürülebilir değildir. Tanrı ile çatışan, kavga eden bir Şeytan tablosunun
kökeni, büyük ihtimalle bir esin ve potansiyel olarak Eski Ahid olarak
yorumlansa da, "İki Ahid Arası Metinler"e götürmektedir bizi. Bu
dokuda da esin Zerdüşt dininde aransa da, daha çok Yahudi toplumunun içinde
bulunduğu "işgal" psikolojisinin yaratımlarıyla ilintilidir.
Kuran-ı Kerim de, Allah'ın
yarattığı herhangi bir meleğin emrine karşı gelebilme ihtimalini söz konusu
bile etmemektedir. Allah'ın mutlak otoritesi karşısında "Şeytan'ın"
gösterdiği asi tavır ve yüksek ego, açık olmamakla birlikte, insanoğlunun
sınanma ve denenme sürecinin parçaları olarak, mantıklı bir şekilde
yorumlanabilmektedir. Aksi taktirde, Şeytan'ın kimi emirlere karşı koyuşunu
içeren ayetlere ilişkin İslam Alimi yorumları ve hikayelerinin, Kuran-ı Kerim'in
özüyle bağdaşır bir yanı bulunmaktadır. Örneğin, İbn Abbas tarafından
nakledilen, secdeye yanaşmayan meleklerin yakıldıkları ve üst üste gelen yeni
kuşak meleklerin aynı sona uğradıkları şeklindeki "ikincil kaynak
yorumlarının" öz ile bağdaşır hali yoktur. Bu tip yorumlar Doç. Dr.
Abdullah Aydemir'e göre: "İslam'ın melek anlayışına, akla ve ananeye
aykıdır; kabülü mümkün değildir. Allah bir çok ayetlerde meleklerin emir alır
almaz, derhal secde ettiklerini bildirmiştir. Bu haber ayetlerle açık bir tezat
halindedir..."(6) Allah'ın
iradesinin dışında, onu reddeden, ona isyan eden, onun emirlerine karşı gelen
bir "Melek" figürü, Kur'an-ı Kerim'e uygun değildir. Kur'an-ı
Kerim'de İblis isyanının, Tevrat geleneğine uygun bir şekilde, Yüce
Yaratıcı'nın amaçları doğrultusunda faaliyet gösterdiğini düşünmek için yeterli
neden vardır.
Buradan hareketle, "Cennet'te" çatışmalı öğelerin
özünde varolmadığı, ancak çok daha ilgi çekici soruların söz konusu olduğu
belirlenebilir. Bunların başında iyi ve kötünün ne olduğunu bilmeyen insan'ın
cezalandırılması gelir. Uyarılmış olmaları, Şeytan(7) gibi usta bir
kışkırtıcının elinde sapmalarından dolayı cezalandırılmalarını mazur görecek
bir doku değildir. Yılan'ın durumu ise çok daha ilgi çekicidir. Daha önceki bir
makalemizde belirttiğimiz gibi, "Kötülüğünden mi böylesi bir eyleme
giriştiği, yoksa bir misyonu mu olduğu olarak çeşitli din tarihçilerince
tartışılagelmiştir. Bir misyonu var ise ve Eski Ahid'in daha sonraki
bölümlerinde göreceğimiz gibi bu misyon Tanrı kaynaklıysa, aldığı cezanın
açıklaması yoktur. Şayet kötülük onda içkinse, Tanrı tarafından yaratılan bir
varlığın "yetkin-yeğin bir kötülüğü içermesi", yaratılandan çok
yaratanın sorumluluğunu göstermekte gibidir. Nitekim çok geçmeden, Ortodoks ve Katolik
Hıristiyanlığın sapkın olarak kabul edeceği kimi Gnostik Hıristiyan kavimleri,
gerçek şeytanın Eski Ahid Tanrısı olduğunu söyleyecek kadar ileriye
gidebilecektir."(8)
Neden bu konu üzerinde
böylesine uzun durduk? Marks'ın ve Marksizmin "insanı" ve hayatı
açıklayış yöntem ve kavramlarını eleştiren Özcan'ın, bunun yerine ne koyduğunu
anlamak için. Anladığımız kadarıyla, cennette varolduğu sayılan çatışmalı
dokuyu, dünyevi hayata taşımış bir "insan" anlayışı söz konusudur.
Özcan'a göre insan, cennetten çıkmışlığın trajedisini yaşar O,
"dünyevi" ve "aşkın" çatışmasını içrek olarak gittiği yere
götürmektedir. Karşımızda, "sosyal alanlardaki tartışmalara yönelik dili
itibariyle anarşist", felsefi boyutlu çıkarımlarda ise, "idealist"
bir tutum bulunmaktadır. Bu tutum, doğaya ilişkin çıkarımlarda da spekülatif
tarzda sürmektedir, hayvanlar dünyasına ilişkin akıl yürütmelerin de buradan
beslendiğini görmek zor değildir. Zira, bu alana ilişkin çıkarımların insana ne
oranda kapalı olduğunu düşünmeden, hayvanların cennetinin yaşanmakta olduğu ve
onların içgüdüsel olarak hareket ettiğini belirtmek, insana "diğer
canlılara nazaran" büyük bir üstünlük vermiş dini öğreti için kaçınılmaz
bir tutarlılıktır. Özcan da öyle yapmakta ve hayvanların nasıl yaşadığını
aktarmaktadır. Zaten yazısında da belirttiği gibi, "İnsan, bunun nedenleri
üzerine düşünendir. Bunu değiştirmeye çalışandır. Buna itiraz edendir."
İnsan yaşamının anlamı konusunda da yargıları bu yöndedir Özcan'ın, dünyevi ya
da aşkın yanından hangisi ağır basarsa, "o olarak ölen" bir insan
tablosu sunmaktadır.
Köken
olarak Zerdüşt ve Hint
Özcan'ın ilerleyen
bölümlerdeki saptamlarına da katılmamız mümkün değildir. Ne Zerdüşt
öğretisinin, İbrahim'in tevhid dininden sapma vesilesiyle biçimlendiği, ne de
Aryan zihniyetinin kökeninde Zerdüşt öğretisinin bulunduğuna... Bu noktalara
ilerleyen bölümlerde geriye dönmek üzere, Zerdüşt öğretisinin düalizm, bütüncül
izah tarzı ve diyalektiğin kökeni olarak görülmesi noktalarına öncelikle
eğilmek gerekmektedir. Herşeden önce, diyalektik düşüncenin kökenini çok daha
doğuda aramakta fayda var. Budizm, Taoculuk ve Hindu dinlerinde bu doku açık
olarak görülmektedir ve Zerdüştlükten çok daha önce, formüle edilmiştir.
Özellikle Taoculuk diyalektik konusunda kritik bir öğretidir ki, Lao Tzu hakkındaki
halk efsanelerinin, "annesinin bir nurdan hamile kaldığı" şeklinde,
Zerdüşt, İsa ve Mani gibi önemli kişileri açıklayan efsanelerle ilişkisi konuyu
daha da ilgi çekici hale getirir. Lao Tzu'nun yaşam tarihi kesin olarak
bilinmemektedir, buna karşın halk inanışında M.Ö. 1321 yılına dek geriye giden,
pek de inandırıcı olmayan tarihlendirmeler vardır. Ancak büyük ihtimalle Tao,
Zerdüşt'ten daha önce yaşamıştır.
İlk önce kimin yaşadığının
önemi var mıdır? Sınırlı olarak. Ancak bir bütün olarak, dinler tarihinde köken
tartışmaları açık olmaktan uzaktır. Gerçekten de bir çok dinin, bir diğerinden
alımlamalar yaptığı açıktır. Ancak Özcan'ın Aryan zihniyetinin, bu öğeleri
Zerdüşt öğretisinden aldığı savının doğruluğu tartışılır niteliktedir.
Özellikle Zerdüşt dininin "düalist" yapısı, ancak sonraki dönemde
dinin genişletilme çabasıyla doğruluğunu bulur. Sonraki dönem yanlış anlamalar
ve dokudaki yıpratmalar bir kenara bırakılırsa, Zerdüşt dini özünde düalist
değildir. M. Eliade, bu durumu şu sözlerle ifade eder: "Zerdüşt teolojisi
terimin kesin anlamında "düalist" değildir, çünkü Ahura Mazda'nın
karşısında bir karşı-tanrı" yoktur. "(9) Irach J. I. Taraporewara'ya göre ise özünde düalist olmayan
Zerdüşt öğretisine bu yapı, dinin sonraki evrelerinde sokulmuştur. Özünde
hiçbir vakit düalist olmayan Zerdüşt öğretisinde, Spenta Mainyu ve Angra Mainyu
şeklinde formüle edilen karşıtlıklar, gerçek bir düalistik sistemden beklendiği
gibi "kendilerini yaratmış" değillerdir. (10) Çok daha ilginç nokta, iki ruhun Zerdüşt öğretisinde
üstlendiği "amaçsal" birlikteliktir. Varolabilmek için birbirlerine
ihtiyaç duyan karşıtlıklardan ikisi de, ortak bir amaca hizmet etmektedir.
Yasnalardan birisinde bu doku şu şekilde formüle edilir: "Bu çift ruh bir
araya/ Geldiğinde yaratılışın erken şafağında/Yaşamı yapmış biri, öteki yapmış
yaşam olmayanı/Ve böylece gerçekleştirilmiş yaratılışın amacı/Yalana
takılanların karanlıktır aklı/"(11)
Bu dizelerin anlamı şudur: Zerdüşt'ün orijinal öğretisinde yaratılışın amacı,
varetme ve yoketmeyle ilintilidir. Ahura Mazda'nın öngörüsünün, varetmek ve
yoketmekle misyonu belirlenmiş iki karşıtlığının "birliğidir". İki
ruh ZERDÜŞT felsefesinde, TANRI'nın sonsuz etkinliği olan yaratış ve yokedişi
temsil eder.
Peki Taraporawera'nın
"dinin ilerleyen aşamalarındaki" bozulma dediği unsur nedir? Bugün
çoğu yorumcunun, Zerdüşt dininin hatalı olarak "düalist" şeklinde
nitelemesine vesile olan yıpranmalar yaşanmıştır. Birçok dini, örneğin İslam'ı
da tehdit eden, özün unutulması süreci gerçekleşmiştir. Yoketmenin de TANRI'nın
ana işlevlerinden birisi olduğu unutulmuştur herşeyden önce. Nitekim, Zerdüşt
öğretisinde evren ileriye doğru hareket eder ve her adım bir yenilenmelidir.
Yenilenme, kötü olan yokolmadan mümkün değildir. Tanrı'nın bu amacının
unutuluşu, iki ruh arasındaki görevler arasındaki sağlıksız bir kopuşa neden
olmuştur. Bunun sonucunda iyi ruh kötü ruha, kötü ruh da yaratıcısına
yabancılaşmıştır...İyi ruh bu çarpık anlayışta ansızın AHURA MAZDA ile
özdeşleşir. Sasani döneminde, iyi ve kötü ruhlar yerine AHURA Mazda ve EHRİMAN
(ANGRA MAİNYU) ortaya çıkmıştır. Bu yapının Yahudilik, Hıristiyanlık ya da
BUDİZM'den etkilendiği düşünülebilir. Bu baş düşman ŞEYTAN tarzı bir AHRİMAN
yorumu ana öğretiden alabildiğine uzaktır. Zerdüşt dininde hiçbir şey, TANRI
ile yarışabilir, karşılaştırılabilir düzeyde değildir. Tıpkı, diğer tek tanrılı
dinlerde olduğu gibi.
Zerdüşt dininin kökenleri
hakkında da biraz daha dikkatli olunması gerekmektedir. Zira, İbrahim tevhid
dininin "bozulmuş", sapmış hali olmaktan ziyade, dolaylı yollardan
Zerdüşt dininin, sosyolojik olarak Eski Ahid'i, Hıristiyanlığı ve dolayısıyla
İslam dinini etkilemiş olma olasılığı dahi vardır. Zerdüşt dininin kökenlerini
İbrahim dininde aramaktansa, Hint dinlerine bakmakta fayda vardır, ki zaten
Özcan da tüm bu karmaşa içinde bir yerde zaten bu bilgiyi vermektedir. Ancak
ilginç bir şekilde İran-Zerdüşt fikrinin Hint fikrinden kaynaklandığını doğru
olarak belirtirken, hatalı olarak araya Mısır ve Roma düşüncesini de
katmaktadır. Bu bir tarafa, hemen öncesinde, İbrahim'in öğretisinden sapmışlık
durumu kafamızı karıştırmaya devam etmektedir. Bu noktada küçük bir
hatırlatmayla konuyu netleştirmenin yararlı olacağını düşünmekteyiz. Zerdüşt
dininin kökeni, açık bir şekilde Hint dinindedir. Veda dini metinleri ve AVESTA'lar
(Zerdüşt metinleri) arasındaki karşılaştırmalar bunu doğrular. İki Kutsal
Kitapta da birçok ortak ad vardır ama bunların önemli kısmı, zıt anlamlarıyla
kullanılır. Bu bölünmenin içeriği ve ne olduğu şu aşamada önemsizdir. Ancak çok
sayıda uzlaşmanın bulunması da ortak kökene işaret eder. Avesta ve Veda
metinlerinin her ikisinde de Tanrı listeleri vardır. Her iki listede de
ortaktır bu isimler. İki tarafça da kutsal kabul edilen Tanrı isimleri de, iki
toplum açısından zıt güçleri gösteren adlar da bulunmaktadır listelerde.
Zerdüşt, tanrı kalabalığı arasında Ahura'yı öne çıkardığı için bir reformcu
olarak gözükür. (12)
Bu haliyle açıktır ki,
dualizm ve diyalektik, Aryan kültürüne Zerdüşt'ün armağanı değil, en iyi
ihtimalle çarpıtılmış bir Zerdüştçülüğün armağanı olmalıdır. Bu ise, örneğin
"kadınlara yönelik bildirimleri nedeniyle" onlara yönelik eziyeti
Kur'an-ı Kerim'e dayandırmak isteyen dönem ve kişilerin izinden gitmek anlamına
gelmektedir. Özünde böyle bir gerçeği içermeyen bir öğretinin, bu yönde bir
etkide bulunmasına da imkan yoktur. İyilik-kötülük tartışmasının kökenini
Zerdüşt yerine, bizzat "semavi dinlerde" aramanın çok daha yararlı ve
kolay sonuç verecek bir nokta olduğunu düşünüyoruz. Zira, kendini İbrahim
peygamber'e bağlamak noktasında Yahudi ve Hıristiyan geleneğinden hiç de geri
kalmayan İslam düşün yaşamının, bu dokulardaki çatlaklardan sızan çelişkileri
gözden geçirmesinde yarar vardır. Çünkü, kötülük birçok noktada
"Tanrı'ya" içkin gözükmektedir.
Diğer taraftan, Mısır
anlayışının kökeninde Hindistan'ı görmek de, bizlere, Mısır karşısında
Yunanistan'ın teorik güçsüzlüğünü kavrayan Avrupa Milliyetçiliğinin yeni
kaynaklar arama yolundaki çabalardan çıkardığı sonuçları hatırlatmaktadır. (13)
Marks'ı
dinden, dini Marks'tan eleştirmek
Marks'ın yapıtlarını ve
ortaya koyduğu savları, dine ilişkin sarfettiği sözler itibariyle ve dindar
bakış açısıyla, dinden hareketle eleştirmek mümkün müdür? Bu Özcan ile
yürüttüğümüz tartışmanın neredeyse odak noktasını oluşturur ki, belki de en
ilgi çekici nokta, Marks'ı böylesine anlamaya çalışan bireylerin, politik
olarak alınması zorunlu tavırları hissedemeyişidir. Marks'ın analizlerini
dikkatle okuduğumuzda göreceğiz ki, belli bir dönemde varolan ekonomik alt yapı
(ki bunun mutlak bir tanım olmadığını, doğayla mücadelede gelinen aşamanın
sembolü olarak, sınıfsallaşmayı doğurduğunu açıkladık) kendisine uygun, yaşam
biçimlerini, teoriyi, felsefeyi ve dini biçimler. Bu teorik dokunun analizi
ise, asla ekonomik ilişkiler anlaşılmadan, yapılamaz. Ve gayesi, verili
sistemin topyekün dağılması olan Marksizmin, sistemi destekleyen ve güçlendiren
unsurlar olarak bu disiplinleri gözden kaçırmasına zaten imkan yoktur. Evet
bugün de rahatlıkla söyleyebiliriz: "Din halkın afyonudur", çünkü,
işçilerin acılarını dindirecek tek araç olduğu gibi, aynı zamanda işçiler din
ile uyuşturulur. Marks dine karşıdır, çünkü dini, Kapitalizm sever. Bunda
anlaşılmayacak bir şey yoktur. Hepsi bir tarafa, Marks'ın "politik
olarak" dine karşıt bir tavır göstermesi de zorunlu ve tutarlıdır. Dolayısıyla
eleştiri ya da ıska, dine ilişkin değil, dinin sistemin dengelerini koruma
yolunda üstlendiği misyona ilişkindir. Yoksa, dinsellikten bizim hiç de
anlamadığımız şeyler anlıyor olması Özcan'ın, ne Marks'ın dini ıskaladığını, ne
de bizlerin böyle bir ıskayı göremediğimiz anlamına gelir. Bir Marksist'e de
dinsellik, Özcan'a gözüktüğü gibi "aydınlık", insanı anlatacak öğeler
içeriyor gibi gözükmemektedir.
Marks'ın Avrupa-Merkezci
perspektiften bakışı konusunda, Özcan ile aynı düşünceleri paylaşıyor ve
özellikle Kadim Kültürler ve dinler anlamındaki eksikliğin, teorisinin en
ciddiği handikaplarından birisini oluşturan, "ilerlemeci" anlayışın
kritik bir düzeyini temsil ettiğine inanıyoruz. Yürüttüğümüz çabaların ve
kaygılarımızın odak noktasında bu bilincin yattığı açıktır sanırım. (14)
Söz konusu tartışmayı
sürdürmek "konuya ev sahipliği yapmak bağlamında" Özcan'ın
belirttiğinin aksine, bizler için daha zor. Herşeyden önce, bu, yazının başında
geliştirdiğim savın, özgürlükçü bir müslümanın, teorik imkansızlığından
kaynaklanan bir güçlüktür bu... Olsun, bunu göze aldık. Ne adına? Marks'ı
savunmak mı? Haddimiz değil, zaten Özcan'dan anladığımız kadarıyla "ona
anlatabilme şansımız da yok". Konuyu tam Marksizm ve kavramlarına
gelmişken, antik dinlere, antik dinlerde yoğunlaşmışken Marksizm'e çeviren
Özcan, yazımızın ana kaygısı perspektifinde, söylediklerimizin dalgalanmasına
neden olmaktadır. Çölkesen'in anlattıklarından merkezi planlı bir ekonomiyi
savunan bir kişi olduğu sonucunu çıkaran Özcan'ın, özgürlükçü yönü, yeniden
insanı "dünyevi" ve "aşkın" olarak tanımlayan bölümüne
üstün gelmiş, Çölkesen'e, "şayet liberter olsaydınız bunları size
söylemezdim" demeye kadar ileri götürmüştür. Bununla birlikte, liberter
bir yaşam formunun, kapitalist ekonomiye daha uygun olduğunu söylemek istiyor
olamazdır umarım.
Marksistler, dini eleştirmeyi
bırakalı uzun zaman oldu ve korkarım, bu alan bambaşka bir disiplin ile
"teoloji" arasındaki çatışmaya döndü. Tanrı'yı ve insanlara kutsal
kitaplar aracılığıyla seslenişini ve anlattığı hikayelerin doğruluğunu
sınayacak, bilimsel disiplinler, arkeoloji ve antropoloji belirdi. Dünyada hiç
kimsenin yemediği kadar küfür yiyen bilim adamı Darwin'in, ortalama her sene,
yirmi ya da otuz defa çürütülen(!) "teorisine" rağmen, insanın yaşı
ve evrimi hakkında olmadık yeni sonuçlar beliriveriyor. Öyle ki Papa'lardan
biri ortaya çıkıp "evrim, Tanrı'nın en büyük oyunudur..."
diyebiliyor. İnsaflıymış, geriye kala kala Darwin'in aziz ilan edilmesi kaldı
sanırız. Bu somut verileri, nasıl içselleştirirler bilmiyoruz ama, Marksistler
artık "dine" ilişkin çıkarımların yeter seviyeye geldiğini düşünüyor
olmalıdır ki bu tartışmalardan elini eteğini çekmiştir. Bu konuda faaliyet
gösteren ciddi antropologlar ve arkeologlar, sorularınızı bekliyor olacak ve
insanın ontolojik probleminde hatırı sayılır şeyler söylüyor olacaktır diye
tahmin ediyorum. Ancak, dincilerin Marks'a hala din üzerinden saldırıvermeleri
de şaşkınlık yaratmaya devam ediyor.
İnsan
neden ölür
Kaynağını hatırlayamadığım
bir kızılderili sözü, "Beni anımsayan son kişi de öldüğünde gerçekten
ölmüş olacağım..." der. O çok eleştirdiğimiz Marksistlerin, belki de en
iyi yaptığı şey budur, unutmamışlardır. Pablo Neruda'nın, "unutma"
yakarısını biçimleyen halkına ve Türkiye insanının yığınca küfür yağdırdığı
bozulmaya uğramış halk dilinde "anarşiye" dönüşmüş Marksistlerin
kıyımına tutulan ideolojik alkış mekanizmasına rağmen unutmamıştır. Özcan gibi,
her mücadeleyi ve insanı sevmemizi engelleyen soyut bir "iyilik"
mekanizmasına ve bu kararı verecek aşkın bir yargı varlığına inanmıyor
olmamızdan kaynaklanıyor olabilir bu. Bu tanımlardaki görelilik biz germeye
yeter çünkü. Çölkesen'e "kızmayın" lütfen diye uyarılarda bulunurken
Özcan, Hitler'in kendi içindeki iyiliğini anlamaya çalışan insanlara da ikna
edici bir açıklama getirmeye hazırlık yapması gerekir çünkü. Tutup, Çölkesen
gibi, "yahu bizler bu ülkede telef olduk, ziyan olduk, savaşımımız uğruna
ağır bedeller ödedik, ödüyoruz" diyen birisinin duygusallığını atlayıp,
"çok o kadar da kahramanlık edebiyatı yapma" diyen bir materyalist
tutumun da, birazcık "suya sabuna dokunmamış" bir toplumsal münasebet
pozisyonunun rahatlığından kaynaklandığını çıkarsamak zor değildir.
Tok açın halinden anlamaz
elbette. Eşitliğin, özgürlüğün ve kardeşliğin yolunda ödenmiş bedeller, altını
çizerek söylüyorum bize göre, herhangi bir mücadelenin ziyanlarından farklı bir
noktaya konulmayı zorunlu olarak içerir. Bu diğer amaçlar adına verilmiş
kayıplara da saygı duyulması açısından zorunludur. Tüm saygı duyulası bütünlüğünde,
farklı dinler adına hayatlarını vermiş "şehitlerin", örneğin
hıristiyanlık dini adına onbinlerce şehit vermiş Tapınak Şövalyelerinden, İslam
dininin Hıristiyan Haçlı yayılımı sürecinde Kur'an-ı Kerim tarafından
kendilerine verilen imtiyazlara ulaşmak için can atan yüzbinlerce bireyinin
yine de "amaçlarıyla" anlamlanan bir kutsiyet taşıdığı açıktır. Bizde
kişilerin, nesillerin, kuşakların kaybı "amaç" ile anlamlıyken,
Özcan'a göre, "iyilik ve kötülük" ile anlamlıdır. Bu da Özcan
açısından tutarlılıktır ki, özgürlükçülük perspektifinden bilmem ama,
Müslümanlık perspektifinden Allah'ın, şaşmaz ve kesin bir doğrulukta
"iyilik" kararını vereceğine inancı tamdır.
Ne yazık ki Marksizmin,
böylesi bir “karar mekanizmasına” inanması kuramsal olarak mümkün değildir.
Yeri geldiğinde ortak düşmanları komünizme karşı birlikte davranmak konusunda
hatırı sayılır bir irade gösteren kapitalizm ve “dincilik” karşısında Marksizm,
“imkansızlaşmış” koşullarda idealleri için mücadele göstermektedir. Böylesi
koşullarda da ne kendi tarihini yazan bireyleri unutacak, ne de “soyut bir
iyilik kavramıyla”, onları, faşist, ülkücü ve darbeci ideallerle yaşayan
milyonlarca kişiyi içine alacak bir genellemeye muhatap edecektir.
04.02.2008
Dipnotlar
1-İnsanlığın ilk atası,
Adem
2- İlgilenenler için
hatırlatalım. Kuran-ı Kerim'de Adem hakkında verilenler, dağınıktır. Bakara
Suresi, 30, 31, 32 ve 33. ayetlerde, Allah'ın yeryüzünde bir halife yaratma
fikri ve meleklerin onu bu kişinin "bozgunculuk" yapacağı konusunda
uyarması, Allah'ın "melekleri" bu konudaki öğütlerine vesile olan
bilgelikleri konusunda sınaması ve Adem aracılığıyla, Meleklerini dahi aşan
yüce bilgisinin doğrulanması ve Şeytan'ın Adem'e secde etme konusundaki
itaatsizliği anlatılır. 34, 35, 36 ve 37. ayetlerde ise, Eski Ahid'in
"Yaratılış" bölümünde ayrıntılı biçimde izleyegeldiğimiz, Adem ve
Havva'nın cennet bahçesinde yaşaması ve malum ağacın meyvesinin yasaklanması,
ancak Şeytan'ın onların "ayaklarını kaydırması" nedeniyle,
birbirlerine(kadın ve erkeğin) düşman olarak yeryüzüne sürülmeleri, son olarak
da Allah'ın Adem'i affetmesi anlatılır. Adem'in bahsinin geçtiği bir diğer yer
Al-i İmran suresidir. 33. ayette, Adem'in, Nuh, İbrahim ailesi ve İmran
ailesinin Allah tarafından alemlere üstün kılındığı verilir. Bunlara ek olarak
Maide Suresi, 27'de, Adem'in oğulları arasındaki çatışma; A'raf Suresi 11'de,
Şeytan'ın isyanı ve Tanrı ile arasındaki konuşmanın giriş bölümü olarak Adem'in
yaratılışı ve meleklerin ona secde zorunluluğu, 19'da Adem'e eşi ile birlikte
yasak ağaca dokunmamak kaydıyla cennette oturma izninin verilişi, 20'de
Şeytan'ın Adem ve eşine karşı Allah'ı fitneleyişi ve 21 ve 22'de de, Allah'ın
yasaklarının çiğnenişi üzerine Adem ve eşini azarlayışı anlatılır. 26. ayetten
itibaren de Allah, Adem oğullarına hitaben, Şeytan'ın kışkırtmalarına karşı
durmaları konusunda uyarılarda bulunmaktadır. İsra Suresi, 61. ayette ise,
Şeytan'ın Adem'e secdeyi reddediş nedenini öğreniriz: "Ben çabur olarak
yarattığın kimseye secde eder miyim?" 62'de ise, Şeytan'ın Allah'a kafa
tutuşunu ve 63'de de, Allah'ın Şeytan'a ve Şeytan'a kananlara cehennem vaat
ettiğini okuruz. Kehf Suresi, 50. ayette, Meleklere hitaben konuşan Allah, yine
İblis'in Adem'e secde etmeye yanaşmadığını hatırlatır ve onları Şeytan ile
dostluk konusunda uyarır. Meryem Suresi, 58. ayette ise, Adem, Nuh, İbrahim ve
İsrail neslinden gelen kişilere, peygamberlere övgü vardır. Taha Suresi, 115,
116, 117, 118, 119, 120, 121 ve 122. ayetlerde de Adem ve eşinin cennet yaşamı,
yasak ağaç, şeytan'ın fitnesi ve kovuluş hikayesi tekrarlanır.
3-lt. "Her tanımlama
bir olumsuzlamadır"
4-Anlatının devamı
şöyledir: "Şeytan, "Eyüp Tanrı'dan boşuna mı korkuyor?" diye
yanıtladı./"Onu, ev halkını, sahip olduğu her şeyi sen çitle çevirip
korumadın mı? Elleriyle yaptığı her şeyi bereketli kıldın. Sürüleri bütün
ülkeye yayıldı./Ama elini uzatır da sahip olduğu her şeyi yok edersen, yüzüne
karşı sövecektir."/RAB Şeytan'a, "Peki" dedi, "Sahip olduğu
her şeyi senin eline bırakıyorum, yalnız kendisine dokunma." Böylece
Şeytan RAB'bin huzurundan ayrıldı. " Bk. Kitab-ı Mukaddes, Eyup Kitabı,
8-12...(www.kutsalkitap.tk)
5-Levililer 16-10,
"Azazel'e düşen tekeyi ise halkın günahlarını bağışlatmak için canlı
olarak RAB'be sunacak. Onu çöle salıp Azazel'e
gönderecek..."(www.kutsalkitap.tk)
6- İslami Kaynaklara Göre
Peygamberler, Doç. Dr. Abdullah Aydemir, s. 21. Türkiye Diyanet Vakfı
yayınları.
7- Eski Ahid'in Yaratılış
bölümünde, Şeytan yoktur. Adı geçen figür "yılan'dır". Ancak süreç
içerisinde bu iki isim birbiriyle yer değiştirmiştir. Kur'an-ı Kerim'de de söz
konusu öyküye ilişkin anlatılarda "şeytan" ismi geçmektedir.
8-Dikine'de yayınlanmakta
olan makalemiz için bk "En Büyük Kötülüğü Anlamak".
http://www.dikine.net/index.php?option=com_content&task=view&id=36&Itemid=28
9- M. Eliade, Dinsal
İnançlar ve Düşünceler Tarihi, s. 382. Cilt 1, Kabalcı.
10. Zerdüşt Dini, Irach
J.I. Taraporewala. s. 43-44. Avesta Basın Yayın. 2002.
11- Ahunavaiti II, Yasna
30/4, a.g.e. s. 120
12-a.g.e. s, 19.
13-Bu noktayla ilgili
tartışmalar için, M. Bernal'ın "Kara Athena" isimli çalışmasının
Beşinci Bölümü'ne bakılabilir. Bu bölümde Mısır kültürüne vesile olan Ari
kültürün ve kendini bu kültüre bağlayan Avrupa Medeniyetinin lehine
geliştirilen, medeniyetin kökeni olarak Hindistan'ı gösteren kuramlar ele alınmaktadır.
14- Başta Yazar Orhan
Gökdemir'in imzasını taşıyan, bu konudaki çok sayıda makale Dikine'nin
sayfalarında yer almaktadır. Bir örnek için bk. "Helenofil Marksizm
"http://www.dikine.net/index.php?option=com_content&task=view&id=32&Itemid=28"
0 yorum :: Marksizmi Hatalı Referanslarla Tartışmak..!
Yorum Gönder