Cemil Namlı
Son iki yüzyılın gerçekten
baş döndürücü ve bir o kadar her alanda tahripkar teknolojik gelişim ile
Batı’nın kendi dışında kalan periferi toplumların fizik varlıkları kadar
ruhlarını da tahrip ettiği iliklere kadar hissediliyor…
Ve özellikle 20. yüzyıl
boyunca Batı’nın kapitalizm nezdinde ekonomik ve sosyal düzeyde eklemleme ve
tahrip etme surecine karşı periferi toplumları düşünsel olarak birkaç kanaldan
baş etmeyi denedi…
Bunlardan ilki Batı’nın
üstünlüğüne biat eden, Batı’nın ve onun tüm değerlerinin üstünlüğünü
eleştirisiz kabul eden, liberal piyasa ekonomisi ve siyasal demokrasi ekseninde
eklemlenme denemesiydi. İkincisi bölgesel reddediş, kendi toplumlarının
farklılığını mümkün mertebe abartarak, Batı’yı yok saymaya çalışarak, Batı’nın
olası özgürleştirici değerlerini de red etme derecesinde ilkel karşı çıkış. Bir
üçüncüsü ise 20.yüzyılın kısa tarihinde kendi pratik uygulama çalışmasında
oluşan olumsuzluklara saldırılar kadar gerçekçi eleştirilere de muhatap olmakla
menkul Marksist temelli eleştiri. Marksizm kendiside Batı’da oluşan ve büyük oranda Batı merkezli bir düşünsel
sistem olarak diğer toplumların Batı’yı eleştirme kompleksini yenmesini
sağlayan en önemli dayanaklardan birisiydi.
Tarihsel olarak modern
çağların düşünsel yaşamını belirlemiş herhangi bir düşünsel akımın; sadece
yoğun gürültü, tekrarlanan alaylar, küfür ve yuhalamalar eşliğinde ortadan
kalkacağını sanmak gibi gülünçlüğe düşmemek gerek… Tarihin bu gibi kısa erimli
vakitsiz eğlenmeler karsısında çok şefkatli davranmadığı ortadadır
İnsanlık 7000 yıl önce
papirüse yazılı “Mısır Ölürler Kitabı” nda yazılı ölümden sonra Osiris’in
muhakemesinde yazıldığı gibi hala temiz, gönenç ve insanca yaşayabileceği dünya
ülküsü’nün hayaliyle yaşamaya devam ediyor.
“Hiç kimseye kötülük
etmedim. Yakınlarımı bahtsızlığa sürüklemedim. Gerçek evinde alçaklık etmedim.
Kimseyi gücünün dışında çalıştırmadım. Benim yüzümden kimse korku duymadı,
yoksulluk ve acı çekmedi, bahtsız olmadı. Tanrıların kötü gördükleri şeyleri
hiçbir zaman yapmadım. Kölelere kötü muamele etmedim. Kimseyi aç bırakmadım.
Kimseye gözyaşı döktürmedim. Kimseyi öldürmedim. Kimsenin kahpece öldürülmesini
emretmedim. Kimseye yalan söylemedim. Hiçbir utandırıcı davranışta bulunmadım.
Zina etmedim. Yiyecekleri pahalı ve eksik satmadım. Terazinin dirhemi üzerine
hiçbir zaman elimi bastırmadım. Teraziyle tartarken hiçbir zaman hile yapmadım.
Süt çocuklarının ağızlarından sütü uzaklaştırmadım. Hayvanları çalmadım.
Tanrı’nın kuşlarını ağ kurup avlamadım.Ölmüş balığı tutmadım.Hiç bir arkın
suyunu başka yöne çevirmedim. Ben temizim, temizim, temizim.”
“Ölüler Kitabı”nda geçen
metin, tüm dünya dinlerinin, erdemli düşüceler ve ahlakı oluşturanların
binlerce yıllık kaynağı ve özeti gibidir. Özgür ve insana daha yakışır bir hayatın
kurulması çabası bütün büyük dinlerin, düşünce sistemlerinin başlangıçtaki
amacı oldu. İnsanlık tarihinin en büyük utanç kaynaklarından biri olmalıdır bu
yakarışın güncelliğini kaybetmemesi…İnsanı kendine ve toplumu yabancılaştıran,
dünyanın bütün köşelerinde yoksulluk ve ızdırabı çoğaltan bir düzene karşı,
insanlığın kurtuluşu için yöntemin hangi düşünce sisteminin ön planda olmasının
ne önemi var.. Burada önemli olan samimi, vicdani, gerçek bir açılım getirip getirmediğine bakmak gerek.
Bir tabula –rasa - boş kağıt- olarak yola çıkmak hayal edilse bile, bu konuda
düşünmenin başlangıcı var olan sisteme en güçlü eleştirileri gözden geçirmek ve
eleştiri noktalarını tasnif etmek, onları kucaklamak gereği ortadadır…
İlkelin animist
rüyalarının dışında düşünsel aşama olarak insanlık, hayatı açıklamayı
aydınlanma çağına kadar teoloji ve felsefe alanına sığdırdı. Uzun ortaçağ
boyunca metafizik akıl yürütmeler ve haraçlı düzene hizmet eden Hıristiyan, İslamik yada başka teolojik
düşünsellik egemen oldu. Yeni bir sınıfın boy vermesiyle birlikte aydınlanma
çağında bu iki kanal daha çok bilimselliğin harmanlandığı akılcılıkla ikame
edilmeye çalışıldı. Doğanın ve toplumun açıklanma çabasında önsel doğruların
dışında deneysel, somut, gözle görülebilir, ölçeklendirilebilir ve kendi içinde
neden-sonuç ilişkileriyle insan aklının anlayabilmesine imkan tanınabilmesi
ancak uzun yüzyıllar süren metafizik düşünme geleneğinin aşılması sayesinde
mümkün oldu. Akıl sadece kendi içinde ide’ler değil, kendi dışındaki gerçekle
de ilişkiye girecek; o gerçeği kavradığı ve onu dönüştürebildiği kadar
özgürleşebilecek.
Bilim olgular arasında nedensellik, ilinti,
ilişki tespiti ile ve bunların ölçeklendirmesi ile insanın gerçekliği
anlamasını ve bu gerçekliği kendi dönüşümsel arzularında araç olarak kullanması
bilgisini üretir. Bir üst başlık olarak, Tarihle ilgilenmekte kendi içinde
keyfi bir uğraş olmaktan çok, özellikle yönetim bilimleriyle ilintili bir
alanda at koşturmak, var olanı anlamak için geçmişin ruhlarından yardım dilemek
ve geleceğin umutları için göksel bir yakarışın duasının metnini de kendi
içinde barındırmakta. Üretilen bilginin servis edildiği alanlar var. Üretilen
ve toplumsal süreçlere servis edilen bilgi öyle masum durduğu yerde durmaz,
durmuyor. Yol açtıkları ve sonuçları günlük yaşamımıza kadar yansıyor. Çoğu
zamanda eziyetli ve yaşamsal kaynaklarımızı tehdit etme pahasına..
Sonuçta tarihin var olan
toplumu değerlendirme; geleceği mümkün olduğunca örmek amacıyla bilgi ve
düşünce üretmek için kullanılan alanlardan birisi olması yorumu, onu
anlamlandırma çabasındaki en önemli duraklardan birisi… Bu haliyle tarih,
hikayeler manzumesi olmaktan ziyade, diğer sosyal disiplinlerden belki çok daha
fazla politik manzumelere yaklaşıyor....
Tarih yazımının sosyal
bilimler içindeki en ideoloji yoğun disiplinlerden birisi olduğu konusunda
büyük oranda bir fikir birliği var… Tarih her donem var olduğu somut topluma,
sınıfsallığına doğrudan bağımlı olmayı hep sürdürmüştür. Kısaca “Tarih kendi
zamanının çocuğu” olarak ve Darvinist bir şekilde en çok egemen olana hizmet
etmiştir…
..
Bu açıdan bakıldığında
elbette boğuntu ve isyan duygusu yaratan
var olan dünyayı, hâkimiyeti Batıya yazılan kapitalist sistemin düşünsel
örgüsünü irdelemek, anlamak, aşmak için yine aynı tarihsel bilgi havuzdan
beslenmek ihtiyacı hissediliyor. Bunu yaparken ne o uzak geçmişe özlem duymak
nede onun modern versiyonlarını hayata geçirmek arzusu gereklidir… Ama bugünü
açıklamak ve arada önsel olarak çoğumuzun ruhuna yapışan ve bir kısmını
düşünsel yapılarımızın reddettiği bilgi parçacıklarına tekrar
bakıyoruz..Bunların ayıklanması yeniden değerlendirilmesini; ruhumuzu
özgürleştirecek gerçek ve bizim olan bilgiye mütevazı ulaşma uğraşımızın temel
süreci olarak değerlendirebiliriz..
HELENOMANİ
Helen uygarlığı olarak
bilinen ve günümüze kadar birçok düşünsel üretime kaynaklık eden tarihsel
birikimi yok saymak yada önemsememek aklı başında bir düşün adamı için olası
değil. Fakat tüm tarihsel olgulara bakarken olması gerektiği gibi öncesini,
sonrasını, gerçekliğini, yol açtığı sonuçları doğru ve gerçeğe hizmet edebilir
bir hale getirmek gerek..
Batı’nın kendi düşünce ve
tasavvur dünyasına kaynak olarak Helenizm’i aldığı yada neden Mısır’ı gerektiği
kadar referans almaması tartışma sureci
için ne kadar önemli olabilir..Sadece bir amatör tarihçi merakı içinde
bakıldığında gerçekten coğrafyanın 500 km yukarıda yada aşağıda olması
gerçekten önemli değildir.. Ama içinde yaşanılan düşünsel iklim ve kendinizi
tarif etme yolculuğuna çıkma azminde olanlar için ilk durağının bu olması
kaçınılmaz olarak önünüze gelmektedir..
Şimdilerde çok söylenen
uygarlığın ortak mirası bakımından Avrupa-Merkezci yorum ile ve bugüne kadar
mantıksal sınırına getirilen günümüz medeniyetler çatışması yorumları kendi
tarihselliğinden koparılmış, ucuz, kendinden menkul yapısal bir tanım ile
tahrif edilmiştir… Batı tarafgirliği ve Batı karşıtlığı olarak kendilerini
tarif etme çabaları sonuçta tarihsel gerçeklik bakımından çokta anlamlı
değil...Bu en çokta bizim içinde bulunduğumuz coğrafya bakımında böyle… Antik
Çağın Doğu ve Batı’sıyla, yada Roma’nın doğu ve batısıyla günümüz dünyasının
Doğu ve Batı’sının çağrışımları birbirine geçmiş bulanık ve hiçbir şeyi
açıklamayan hayali uydurmalar olarak ortaya çıkıyor.
İlk bakışta çoğumuzun
aldığı eğitimin de katkısıyla; düşünselliğimizin büyük oranda endekslendiği
Avrupa merkezli uygarlığın Helen coğrafyasını baz almasındaki ısrarı ise
önemlidir… Bir yerde ısrar varsa bir gizeminde olması gerekiyor… Üstelik Batı
düşüncesi içinde kendisini Helenizm’e bağlamanın bir mitoloji olduğu ve pratik,
tarihsel, sosyal bağların son derece kopuk olduğunun bilinmesine rağmen…
Zira gerçekte
Mısır’ın, Keldan’ ın, Anadolu
Uygarlıklarının tarihsel devamı ve ürünü olan Yunan el çabukluğuyla
Batılı’laştırıldı…Öncesi ve onu şekillendiren gerçek ikliminden kopartıldı ve
Batı merkezli başka bir Helen uygarlığı söylencesi ortaya cıktı… Martin
Bernal’in “Kara Atena”da uzun uzadıya
belirttiği gibi bu, Avrupa Merkezci bir yorumla yeniden yazıldı.. 1750
ile 20.yüzyıl arasında tarih yeniden yazılmış oldu… Yüzyıllardır Doğu sayılan
Helen uygarlığı birden Mısır ve Anadolu bağlantısı koparılarak Avrupalı
sayıldı…
Diğer taraftan, Klasik
Helen çağının toplulukları ile bugünkü Grek köylülerinin kendilerini o kökene
bağlama hayali dışında gerçek bir bağ da
pek söz konusu değil… Üstelik bu
günkü Yunanistan’ın kuruluşunu başlatan isyanında Lord Bayron türü Avrupalı
aydınların fiili gerçekten öte romantik bir uydurmayla, Helenistik kökenlere
ateşli vurgusunun ve köken tercihinin öyle çokta masum- hani ben bunu tercih
ediyorum öyle olsun- denilemeyecek kadar ciddi sonuçları olduğunu gösteriyor bu
günden bakıldığında… Sonuçta Avrupa’ nın, köylüce mesnetsiz bir böbürlenmenin
ötesinde ucu başka halklara her türlü vahşeti kendinde hak görebilen faşist bir
ideolojiden, dünyanın her coğrafyasına kan ve barutla emperyalist müdahaleyi
meşrulaştıran anlayışının psikolojik temelleri buradan çıkıyor. Bizans’tan
alınmış Hıristiyan devlet dini ve kuzeyli barbarların kendi köksüzlüklerinde
kök aradıkları metazori batılılaştırılan Helen coğrafyası…
Arada belirtmek gerekir ki
bu Romantik Helenizm vurgusu Türklerin Avrupa topraklarından atılması hayalinin
ve projesinin de zorunlu parçası olmuştur. Bu aynı zamanda coğrafyanın yeniden
tarifidir. 19. yüzyıla kadar coğrafyayı Doğu ve Batı Roma sınırları
belirlemektedir. Yani Ortaçağ Avrupa’sında Doğu Anadolu topraklarından değil
Doğu Roma sınırından yani bu günkü Sırbistan-Hırvatistan sınırından
başlamaktadır. Sırbistan’ın Hıristiyan Ortodoks Hırvatistan’da ise Katolik
kilisenin egemen olması tamda bu sınırı belirleyen tarihsel bir olgudur.
Yunanistan toprakları ise Roma için tamda Doğu topraklarıdır. Ortaçağ ve
feodalizm başka bir zamandır ve başka bir bakış açısıdır. Bugünkü ulusal
kodlanmışlıkla bakmak yanıltıcıdır. Örnek olsun Fatih Sultan Mehmet’in Roma’yı
alma iştahı, Batı Avrupa topraklarının imparatorluk hakkını da alma
gayretindendir. İtalya seferi sırasında büyük olasılıkla zehirlenerek
öldürülmesi ve Osmanlı sınırlarının daha sonra Doğu Roma sınırını aşamaması
önemli belirleyici noktalardır. Feodal vasallık sistemi merkezi alana biat edilen, kutsallığı ele
geçirebilene efendilik hakkı veren bir sistem.
Burada Arap- İslam
merkezli bir düşünselliğinde kendinden menkul hepsinin dışında olduğunu iddia
etmesi sadece bir iddia olarak ortada kalıyor… Esas bilimsel ve düşünsel
gelişimini Orta Çağda gerçekleştiren İslamik düşünce metafiziği iddia edildiği
gibi Helen yada önceki Anadolu’daki uygarlıklardan kendisini azade etme cabası
için çok daha güçlü kanıtlara ihtiyacı var… Üstelik Anadolu ve İran
coğrafyasına giren İslam’ın nasıl kırıldığının gözlemlenmesi tersine iddialar
için çok daha fazla kanıt üretmekte.
Bu açıdan bakıldığında
İslamik görüntü altında İslam düşüncesinin de büyük oranda- Aristo ve Platoncu
temelli olmak üzere Helenistik düşünsel geleneği devam ettirdiği de bir
gerçek-bu düşünsel köken ile bu günkü Anadolu topraklarını birbirine bağlamak
belki arzu edilen coğrafyasından çok daha anlamlıydı. Zira farklı din örtüsünün
altında İstanbul ki --Konstantinopol Hıristiyanlığın ilk devlet dini olmasının
da simgesiydi- başta olmak üzere Anadolu kent merkezlerinde Osmanlı döneminde
de fikri gelenekleri farklı mecralarda sürdürmüştür. Ve yine daha sonraki
imparatorluk dahil düşünsel merkez
geleneği Helen topraklarında değil Anadolu topraklarında ve büyük oranda
İstanbul merkezli devam ettiği görülmektedir
DÜŞÜNSEL
COĞRAFYA
Batı, düşün hayatının
canlanması için ilk kıvılcımları 15.yüzyıla kadar beklemek zorunda kalıyor..Bu
dönem içinde güdük ve kısır Aqinilu Thomas dışında kayda değer herhangi bir
isim geçmiyor.15.yüzyıl’da ise en önemli olay en önemli merkezin Türkler
tarafından fethidir. Hıristiyanlığın ilk devlet dini olmasının simgesi
Konstantinopol Türklerin eline düşüyor. Kurucusu Konstantin ise kente hem Roma İmparatorluğunun başkenti olma payesini
veriyor hem de Hıristiyanlığı resmi
devlet dini yapıyor.1453’te el değiştiren Hıristiyan Doğu Roma’da bulunanlar
bilgi ve birikimleriyle Batı Roma’ya hicret ediyorlar.
Avrupa merkezli
düşünselliğin Helenofil olmasının sıradan bir tercih olmadığı daha açık görünüyor. Yüzyılın
başında Grek’lerin Anadolu’yu işgal etmesinden
ve tüm bir batının; Asyatik olduğunu düşündüğü Türkler’i buradan atma
iştahlarına kadar bütünsel ve birbirlerini tetikleyen bir süreç bu. Batı
açısından kendini bağlamayı zorunluluk saydığı iki uydurmaca mitolojik köken de düşman saydığı bu toprakların has
çocuğu olduğu ortaya çıkıyor.Bu bir acıdan bakıldığında anlamsız görünse de
toplumların yönetilmesi de böylesi basit- temel anlamlı yada anlamsız
mitolojilere bağlanıyor..Osmanlı-İslam ilerlemesinin yarattığı bir psikolojik
yenilginin yüzyıllar boyu Batı Avrupalı
halkların içinde yaşıyor.
Avrupa aydınlanmasının
temsilcilerinin kendilerini kiliseye karşı Mısır kökenli Hermetizme daha yakın
tutması ve aydınlanmacıların büyük oranla bu tür tarikatlara azalığı şahsi
tercihlerinin dışındadır. Daha farklı bir toplumsal tasavvuru ortaya çıkarma
azmi, var olan kilise merkezli düşünce sistematiğinin egemenliğinden kendini
azade etmesi mecburiyetiyle kendisini ortaya çıkartıyor…
Sözcüklerin
zamansızlığından kurtulmadan, sözcüklerin düşünce haline getirilmesi zor… Tarih ve düşünce bir gerçekliğin ifadesi
olduğu ölçüde anlam kazanıyor . Rüyamızda gördüğümüz kabus, uyumadan önce
yediğimiz berbat yemeğin sindirim sistemimizi mahvetmesinden
kaynaklanabilir…Düşünsel hezeyanlarımız pratik gerçeklerimizden, her ne kadar
kendi düşüncelerimizi ulvi de görmek istesek, bağımsız değiller..Yani rüyasında
papazın göbeğine oturan hayalet istiharenin derinliğinden değil, akşam bolca
tükettiği karbonhidratın karnında yaptığı gaz ve onun o muhayyelesinde
oluşturduğu tasavvur olma olasılığı daha yüksek...
Yani düşünsel
tasavvurlarımız sadece aklımızda kalmaz. Bunun sosyal, siyasi ve dolayısıyla
ekonomik dolayımları vardır ve olacaktır. Hem var olan gerçeğin bize yansıması
ve onu reddetme çabası hem de yeni bir gerçeklik oluşturma çabası iç
içedir..Bir aidiyet problemi aynı
zamanda bir güç arayışıdır. Bu aidiyet doğal ve kendiliğinden olmaz çoğunlukla. Biraz mitoloji, biraz zorlama,
ama sonuçta yeni bir toplumsal sistem
düşüncesi- bunun mutlaka bildiğimiz herhangi bir izmle ilgisi yok- bir güç ve
egemenlik odağı alarak ortaya çıkar.
Aydınlanma da, sonuçta kilise din anlayışının
dışında ve kilisenin yozlaşmış bir güç olarak egemenlik alanını daraltma
düşüncesiyle sıkı sıkıya bağlantısı olduğunu görüyoruz. Laik düşünce
tasavvurunun çıkışında rijit olmasının gerekçesi de tamda budur. Orada tam
anlamıyla düşünsel bir kopuştan farklı
bir durum var..Çünkü dinsellikse problem olan aydınlanmacıların çoğunun kendi
dinsel bağlılıklarının var olduğunu görmekteyiz. Öyle soyut anlamda değil tamı
tamına Hermetik’ te olsa pratik tarikatlara üyeler... Dolayısıyla kiliseye
karşı laik bir savunuyu düşünsel planda sadece din karşıtı olarak görmek mümkün
değil. Ama bir gerçeklik var: egemen olan kilise ve düşünsel planda
daraltılması da ancak bir laik savunuyla mümkün..
Eğer din nezdinde en
insani haklara bile, haydut sınıf lehine bir soygun ve talan uğruna müdahale edecek hale getirilen bir Tanrı
varsa insanın seküler bir tasavvura yönelmesinden daha doğal ne olabilir ki?
Olgulara seküler bakmak, insan aklına ve onun
idrak etme gücüne kafadan inançlardan
daha fazla kutsallık atfetmek, hayal edilen yeryüzü cennetinin de sınırının
hemen bulunduğu yerden başlaması anlamına gelir. İnsanlık mutluluk ve gönenci
bulma macerasını ölü bedenlerinden çok yaşayan ruhlarının canlılığına
içselleştirmiş olur...
Ve kendi ezikliğinden
dolayı başları eğik tanrıya yakaracağına en azından var olan her şeye şükür ve
teşekkür eder..
Gerçeklerden korkmak,
çarpıtmalardan ideolojik yada pratik çıkar sağlayanlara has bir bakıştır.
Helenizm öncesi kökenlere vurgudan kaçınmak, kendi öncesini yok saymak Avrupa
merkezciliğin kompleksidir… Bu konuyu irdelemek, bu alanda çabalamak post-batı
düşünce arayışları içinde anlamlı yollarından da birisi
olarak görünüyor. Siyasal, ekonomik olarak güçlenen Avrupa’nın düşünce
dünyasında da kendini yeniden tarif etmek; ekonomik ve siyasal üstünlüğünü
meşrulaştırıcı bir üst düşünsel şemsiye olarak yeniden ürettiği bir ideoloji Avrupa merkezcilik..
İki nehir arasında
Sümerler de başlayan uzun uygarlık macerasına, Babil, Akad ‘tan Mısır’a; Helen,
Roma, Hıristiyanlık, İslam, Aydınlanma ve sonrasına kadar, bu topraklar hepsini kabul etmiş yoğurmuş kendi öz çocuğu
gibi saklamış devretmiştir gelecek kuşaklara.
Yeni ve insanlığa yakışır
bir yeryüzü cenneti kurmak için; hepsini hiçbir kompleks duymadan sarmak, yerli
yerinde insanlığın muhteşem mirası olarak harmanlayıp büyütmekte, kutsal görev
olarak ortada duruyor…
Bunu yapmak için ise 7000 yıl öncesindeki bir Papirüs’da
yazıldığı üzere "Ben temizim..
temizim.. temizim” diyebilmek gerekiyor…
23 Şubat 2008
0 yorum :: "Ben Temizim, Temizim, Temizim" diyebilmek...
Yorum Gönder