‘Batılılaşmayı’
başlangıcının en temel hedeflerinden birisi olarak belirlemiş bir ulusun, AB’ye
giriş sürecindeki dengesizlikleri hiç de anlaşılamaz değildir aslında. Örtük bir aidiyet ‘deklarasyonudur bu’. Türkiye
insanı, Batılı olduğu konusunda ısrar ederken, muhatabından ‘kabul’ görmek
istemektedir. Yalnızca bir refah sorunu ya da kaygısı değildir, her
reddedilişinde yaşadığı hezeyanın altında yatan… İçselleştirilmiş bir iade-i
itibarı arzular Türkiye… Dünyayı yöneten güçlerin arasında yer almayı hak
ettiğini düşündürten bir tarihin doğal uzantısıdır: Bir zamanlar dünyayı
yöneten Osmanlı’nın torunlarını kim kınayabilir ki bu isteklerinden dolayı?
Korkunç olan, doğulu kökenlerini hiçe sayan modern Anadolu’nun gözünde Batı’nın
sahip olduğu niteliklerdir: O zenginliğin, muhteşem medeniyetin, aydınlığın,
refahın simgesidir… Batı İLERİDİR, BATILI olan ilericidir…
Dünyanın çok
önemli bir kısmı bu görüşe inanmaya devam etmektedir. Bilimsel buluşların,
teknolojik gelişimlerin, tüm dünyanın kalifiye işgücünü yetiştiren
üniversitelerin hatırı sayılır merkezi olarak Batı, ‘üstünlüğünü’ tartışmasız
bir gerçek olarak kabul ettirmiştir. Batılı buna gerçekten inanmıştır ve
temellerinden kuşku duymaz… Felsefenin, matematiğin ve sistemli düşünüşün
yaratıcısı Antik Yunan’a, dinini de Yahudiliğe dek dayandırarak kendine güçlü
bir ideoloji yarattığını düşünür. Peki gerçekte öyle midir? Batının değerlerini
oluşturan tarihsel temalar, Avrupa ideolojisini ‘yaygınlığın ötesinde’ güçlü
kılmaya yeterli midir? Bu gerçekten tartışmalıdır.
Orhan GÖKDEMİR,
başta ‘Aydınlanma Tarikatı’ kitabı
olmak üzere uzun yıllar boyunca sürdürdüğü çalışmalarla ‘ Avrupa Merkezci Tarih Anlayışı’ ve ‘Avrupa İdeolojisi’ konusunda önemli çıkarımlar yaparak, konunun
ciddiyeti ve bugünün insanını Batı’ya yönelmiş saygı dolu bakışlarının
temelsizliğinin anlaşılması açısından ‘kritik’ işlev üstlenmiş, önemli bir
düşünür olarak dikkat çekiyor. Gökdemir, konuya ilişkin olarak Dikine’nin
sorularını yanıtladı:
Dikine:Konuya günümüzden başlayalım istiyorum… Bu
bir yönüyle ‘görünenden’ hareket etmek bağlamında rahat bir giriş
sağlayacaktır. ‘Batı neden Türkiye’de ve dünyada bu kadar saygı görüyor?’ Bu
bir tarafa Batı, nasıl ve hangi koşullarda, üstünlük, ilerilik, medeniyet ve
kültürün son noktası’ şeklindeki yargılarla özdeş hale geldi ve bu tartışmasız
bir gerçek olarak kabul görmeye başladı?
Orhan Gökdemir: Kazanan
saygı görmeyi de hak eder. Son üç yüzyılda Batı hep kazandı. Diğerleri ise
kaybetti. Henüz kazanabildiği zamanlarda Osmanlı da saygı görüyordu. 1700’lü
yıllardan, izleyen yüzyılın başına kadar “Türkler” Avrupalı sayılmaktaydı.
Normaldir, çünkü Osmanlı önemli bir güçtür. Bir kez yenilmeye başladıktan sonra
alıcı olmaya başlarsınız. Osmanlı saygınlığını kaybettikten sonra hep alıcı
oldu. Ordu ile ilgili düzeneklerin alıcısı, yeniliklerin alıcısı, eğitimin
alıcısı, bilimin alıcısı... vs. Bugün hala almaya devam ediyoruz.
Üniversitelerimiz de bilgi üretmek için değil, bilgi almak ve aktarmak üzere
örgütlenmiştir. Tarihimiz de, felsefemiz de, fiziğimiz de büyük ölçüde
aktarmadır, alıyoruz. Son yıllarda bu kurumlar o fonksiyonlarını da hızla
yitirmektedir. Çeviriciydik, artık çeviri işini de yapamaz duruma geldik.
Aldığınız
şeylerin bir kısmı ikinci derecedendir. Ama aldıklarımızın bir kısmı bütün
düşünüş şeklimizi de belirlemektedir. “İlerleme” zihniyeti böyle bir şeydir
örneğin. Bunu mutlak bir gerçek olarak kabul ettiğinizde, siz “ilerleyememiş”
olduğunuzu da kabul edersiniz. İlerlemiş olan ise Batı’dır ve tek çareniz onun
gibi ilerlemektir.
İlerleme iyiyse,
o zaman tarihte ilerlemiş tek uygarlık olan Batı da müthiş bir idol haline
gelir. Unutmayın “yeni olan iyidir” şeklindeki bakış açısı 1700’lü yılların
ürünüdür. Batı ilerliyordu ve bunun iyi olduğunu gördü. Örneğin Çin ordusunu,
donanmasını yendiler. Çinliler savunmadaydı, İngiliz donanması da kapitalizmin
yarattığı büyük iştahla saldırıda. Batının dışındakiler işte bu iştah
karşısında yenildiler. Bu iştahı Çinliler bilmiyordu, biz de bilmiyoruz. Belki
o yüzden de ilerleyemiyoruz.
Ama medeniyet
ile açgözlü bir saldırganlığın birleştirilmesi yepyeni bir durumdur. Çinliler Çin Seddi’ni yaptılar, topraklarını
savunmak için. Oysa her zaman saldırganlarından daha güçlü, daha marifetli ve
daha bilgiliydiler. Mısır 10 bin yıl boyunca doğal bir Çin Seddi’ne sahipti.
Seddi aşıp, bir işgal hareketine girişmeyi akıl edemediler. Asya’nın Mısır’a
sızması da bütünüyle Mısır’a yönelik işgal girişimleri ile olmuştur.
Çoğaltabiliriz.
Kabul, Batı’nın
dünyanın geri kalanını kendi eklentisi haline getirmesiyle ilgilidir. “Batılı
yaşam tarzı” her yana sızıyor. Onlar gibi oluyoruz, onlar gibi yaşıyoruz, onlar
gibi tüketiyoruz ve onlar gibi düşünüyoruz. Gibi olmak, bir benzeme haline
işaret ediyor. Ne kadar benzese de aslı işte şurada, karşımda.
Ama “ilerleme”
artık eskisi kadar saygı görmüyor artık. Toplumu üretimin, piyasanın eklentisi
haline getiren, ona tabi kılan sistem sınırlarına geldi dayandı. Doğayı
bitirdiler, gökyüzünü yırttılar, havayı, suyu pislettiler. Ve karşılığında da
insan soyuna mal edilebilecek bir mutluluk veremediler. Bakın dünyanın kaçta
kaçı bu “ilerlemiş toplumlar”da yaşıyor. İlerleme, bir avuç insan dışında
hepimizi mutsuz kılmıştır. “Batılı yaşam tarzı” yıkıcılık anlamında ancak veba
ile karşılaştırılabilir. Sanayi devrimi ile başladı bu kirlenme ve bugün hala
sürüyor.
3 yüz 5 yüz
yıllık bir düzenden söz ediyoruz. Nil nehrinin kıyısında 10 bin yıllık bir
uygarlık varoldu. Nil nehrini kirletmediler. Dolayısıyla neyin “ileri” olduğu
noktasında yeni ölçütlere, hem de şiddetle ihtiyacımız var.
Medeniyet
meselesinde durumumuz budur. Kültür ise daha tartışmalıdır. Dünyanın bütün
varlığını mülkiyetine geçirmiş bir uygarlığın bir kültür yaratması şaşırtıcı
değildir. Devasa bir yığın ile karşı karşıya olduğumuz tartışmasızdır. Ama aynı
nedenle sakat bir kültürdür bu. Kaldı ki artık kendini yeniden üretmekte de
zorlanmaktadır. Ekonominin emrine girmiş bir toplumun karşı karşıya kaldığı
tıkızlıktır bu. Romanı bitiyor, edebiyatı tükeniyor, fiziği krizde, felsefesi
ise boş bir gevezelikten başka bir şey değil. Batı, kendini yenileyecek
dinamikleri de kurutmuştur. “Devrim”i de artık bu kapsamda algılamalıyız. Bu
iktisadi düzeni yıkmadan, insanın yaratıcı yanını özgür kılmamız da mümkün
olmayacaktır. Dolayısıyla, en temel biçimiyle ekonomiyi yeniden toplumun emrine
vermek zorundayız hepimiz. “Plan”, artık her zamankinden daha yakıcı bir
sorunumuzdur. Üretimi planlamak, doğal kaynakların kullanımını planlamak,
toplumu planlamak artık bir varoluş sorunudur. Geçmişte buna sosyalizm
deniyordu, kapsamı genişlemiştir. Ne yazık ki başka bir adlandırma da
bilemiyoruz. Vurguyu toplumdan yana yapmak anlamında hala geçerliliğini
sürdürmektedir sosyalizm. Kapitalizmin tahrip ettiği toplumu yeniden
kurmalıyız. “İlerleme”, hatta haddini aşmış bir ilerleme bize başka bir yol
bırakmamaktadır.
Dikine: ‘Avrupa İdeolojisi’ olarak tanımlanan yapı
nedir? Hangi unsurlar üzerinde yükselir ve tarihsel olarak ne oranda güçlüdür?
Orhan Gökdemir: Avrupa
İdeolojisi çok geniş bir alanı kapsamaya çalışan bir kavram. Ayrıntıda bir
takım sıkıntılarla karşılaşması kaçınılmazdır. En azından kıta Avrupası ile ada
Avrupası arasında önemli farklılıklar var. Bu bir genelleme, bu yanıyla da
genel bir eğilime işaret ediyor. Ancak Avrupa da kendisini genellemeye
çalışmaktadır. Bu Hint-Avrupa veya Hint-Hitit tanımlamaları Avrupa’yı
“birleştirmek” için yapıldı. Kendilerine ortak bir kök aradılar ve bu ortak kök
onları diğerlerinden de ayırdı. Bu hem ırki hem de kültürel bir ortak köke
işaret ediyor. Hepsi 1800’lü yıllardan sonra icat edilmiştir.
Romantik
Helenizm de o yılların ürünüdür. Mısır’a yönelik referanslar “Afrikalı bir
köken”i ima ediyordu. Romantizm dönemine bol geldiği bellidir. Helenizm ise hem
devasa bir kültür mirası hem de steril bir ırk tasavvuruna izin veriyordu.
Avrupa’yı Avrupa yapanlar bunlardır.
Yoksa, “Avrupa”
coğrafi bir ayrıma denk düşmüyor. Asya’nın bir uzantısıdır Avrupa. Kendilerini
hem kültürel hem de soy olarak ayıra ayıra kıta oldular. Daha doğrusu kıtaları
böldüler. Bunun için de uçlarda, uzun savaşlar vermek zorunda kaldılar.
Osmanlı-Mısır ikilisi ile Birleşik Avrupa orduları arasında yapılan savaşlara
artık bu yönüyle de bakabilmeliyiz. Ve Osmanlıya karşı Yunan ayaklanmasında da
Avrupa’nın parmağı hep vardı. Yunan Krallığı kurulduğunda Avrupa’nın sınırları
da belli olmuştu. Şimdi kurulmaya çalışılan birleşik Avrupa’nın sınırları da
hala o sınırlarla kesişmektedir.
Dolayısıyla
“batılılaşmak isteyen”ler sadece AB mevzuatına değil bu tarihe de bakmalıdır.
Mustafa Kemal de batılılaşmak istiyordu ve bu nedenle Hititlerin Türk olduğunu
ısrarla iddia etti. Batıya dahil olmak istiyorsanız ya Türkleri Hitit, ya da
Hititleri Türk yapacaksınız. Başka yolu yoktur. En azından Avrupa İdeolojisi
hükmünü sürdürdüğü sürece yoktur. Şimdi de Türklerin birliğe dahil olmasının
önünde pratik sorunlar kadar ideolojik sorunlar vardır. Oysa biz Hititleri
çoktan unuttuk ve Melih Gökçek’in insafına terk ettik. Bir darbeci,
hatırlayacaksınız, Hitit heykelini müstehcen bulmuş ve kaldırmaya kalkmıştı. Ne
Avrupası, boylu boyunca Asyalı ve doğuluyuz biz.
Avrupa İdeolojisi
güçlüdür çünkü genel bir kabulle karşılanmaktadır. Tarihimizi de onlar yazdı ve
biz onlardan öğreniyoruz. Doğu yüzyıldan fazla bir zamandır ilgi alanımızın
dışında. Latin alfabesini inanılmaz bir rahatlıkla aldık kabul ettik. Tarihinde
16 alfabe değiştirmiş bir kültürün rahatlığıdır bu. Ama bizi ne kadar tıknefes
yaptığını da tartışmalıyız artık. Bunlar bizi batılı yapamadı ama bunlar
yüzünden doğulu da olamıyoruz. Uçlardayız hala, biraz o biraz buyuz.
Bu belki bir
avantaja çevrilebilir. Uçlar her zaman merkezlerin de kaderini belirler. Biz bu
tartışmayı ilerletebilirsek Batının kibrini de kırabiliriz. Doğunun kompleksini
kırmak ise daha zordur ama imkansız değildir.
Dikine: ‘Aydınlanma İdeolojisi’ kitabınız, nasıl
tepkiler aldı? Özellikle Marksizm’e yönelik saptamalarınızın ciddi bir tepkiyle
karşılandığını biliyoruz… Bu tartışmanın özü nedir? Marks’ın Doğu hakkında
yazdıkları neden size göre toptan çöpe atılmalıdır?
Orhan Gökdemir: Sondan
başlayayım. Hiçbir düşünür anasının karnından yeni düşüncelerle doğmuyor. Her
düşünür bir yere kadar içinde yetiştiği kültürün ürünü. Marx yaşadığı çağ hem
romantizmin hem de helenizmin çağıydı. Batı düşüncesinin bilinç altında bunlar
vardı. Dolayısıyla o da bu bombardımandan kendi payını almıştır. Eğitimine
Helen düşünürleri ile başlamıştı, sonra bu konuda radikal sorular sorması
imkansız hale geldi. Marx, çok derin bir biçimde helenofildir.
Öte yandan Marx,
kapitalizmin sınırsızca ilerleyebildiği bir çağda yaşadı. Kurulan düzendeki
tehditleri görüyordu. Ama her ne olursa olsun bu düzenin yarattığı yıkımda bir
ilerleme de vardı. İngiliz emperyalizminin ilerlemeci yanına övgüler düzdüğünü
biliyoruz.
İlerleme varsa,
gerileme de olmalıdır. Doğu gerileyen yandı. Asya tipi üretim, hidrolik toplum,
doğu despotizmi gibi safsatalar “siz gerisiniz”in kibarcasıdır. Dikkat edin
hiçbir zaman Avrupa tipi üretim tarzı gibi bir laf telaffuz edilmemiştir. Çünkü
bu teorilerin “ideal modeli” batıdır. Dolayısıyla doğuda hep bir despot ve onun
tebaası tablosu çizilmiştir. İşçi sınıfı ve burjuva sınıfı gibi ayrımlar bile
batıya haz özellik gibi görüldü.
Oysa Osmanlı bir
“Cumhuriyet”ti. Bir sülale devamlılığı olmasına karşın, sultan hep seçimle
gelirdi. Kaybedenler ise öldürülürdü. Bunun dışında, Osmanlı sarayında hiçbir
zaman mutlak bir iktidar olmadı. İktidarın paylaşıldığını biliyoruz ve Çandarlı
ailesi gibi bir soylular sınıfı da hep oldu.
Marksizmde ise
bunlar yoktur ve “doğu sorunu” diye yazdıklarında hep bir “batı sorunu” kendini
hissettirmektedir. Batı kendi dışında olanlara şaşı bakmaktadır ve bu şaşılık
ne yazık ki doğu söz konusu olduğunda Marksizm içinde de teşhis
edilebilmektedir.
Bana yönelik
tepki ise normaldir. Kompleks, azgelişmiş ülke entelektüellerinin alamet-i
farikasıdır. Bunda bir kompleks var. Doğu sorunu hakkında yazdıklarını
eleştirmek beni anti Marksist yapmaz. Ama doğu sorununu hiç anlamadan
hatmederek de kimse Marksist olmaz. Marksizm, insanlığın entelektüel serüvenin
en önemli parçası ama onu eleştirmezsek “ilerleyemeyiz.”
Helenizm ise
bütünüyle Avrupa ırkçılığının bir icadıdır. Tarihte kendi kendisinin babası
olan hiçbir kültür yok. Belki Çin’i ayırabiliriz. Onun ötesinde herkes
birbirinden öğrendi. Yunanlılarda Fenike’nin ve Mısır’ın çocuğudur. Aksini
iddia etmek düpedüz ırkçılıktır. Bunun ötesinde “Yunanlılar çocuk oldukları
için olağanüstü bir kültür yarattılar” demek de çocuksudur. Mısır’ı, Fenike’yi inkâr
ederseniz buna inanmak durumunda kalırsınız. Marksizmde yer alan bu konudaki
iddialar da çocuksudur.
Bunları
eleştirdim ben ama hiçbir zaman bu eleştirilerin beni Marksizmin dışına ittiği
duygusuna kapılmadım. Ben, bir peygamberin müridi değilim, bir düşünürle
“rasyonel” ilişki kurmanın yolunu bulabileceğimize şiddetle inanıyorum. Bana bu
eleştiriyi yönetenlerin Marksizm dininden olduğunu biliyorum. Bunu
kastediyorlarsa “dinsizim” ben. Gerçeği arıyorum ve gerçeği verebilecek bir
kutsal kitap da okumadım henüz.
Aydınlanma
Tarikatı, bunun ötesinde sessizlik duvarının önünde cansız yatmaktadır. Belki
erken doğmuştur, belki yersizdir, bilemiyorum. Ben bulduklarımı söyledim ve
ruhumu kurtardım. Fazlası fazladır.
Dikine: Kanımca ciddi bir çarpıtılma hüküm sürüyor.
Yer kitlelere hap halinde ‘bilinç’ aşılanıyor. Şöyle örnek vermek istiyorum.
Türkiye piyasasındaki çok sayıda Rönesans kitabı, ‘Yeniden Doğumu’ Yunan
kültürüne dönmek olarak tanımlıyor. Aydınlanma dönemi ise, Kilise’ye ve
Dogma’ya gösterilen bir seküler akım olarak yansıtılmaya çalışılıyor.
Rönesans’ın Mısır’a, Aydınlanmacı filozofların Yunan’dan daha önce var olan
kültüre saygısı hiçe sayılıyor. Rönesans gerçekten yalnızca Antik Yunan
filozoflarının yapıtlarını çevirilerine, Aydınlanma ise yalnızca ‘Kilise’ye’
tepki gösteren bir seküler akım anlayışına indirgenebilir mi?
Orhan Gökdemir: Asla...
Seküler akım bir kaza ürünüdür. Aydınlanma ise başlangıçta derinlemesine
mistiktir. Aydınlanmanın çıkış noktası ise Yunan değil Mısır’dır. Yunanistan’ın
öne çıkması Aydınlanmışlar ile kilise arasında ortaya çıkan yeni konsensüsle
mümkün olmuştur.
Her şeyi ama her
şeyi Yunanistan’dan başlatmak ise bir 19. yüzyıl Avrupa icadıdır. Ondan önce
hep Mısır vardır ve Mısır hayranlığı Napolyon’un Mısır Seferi ile sona
ermiştir.
Bu tarihten
sonra Mısır bilimi de yeni ideolojinin gereklerine uyduruldu. Felsefesi yok
edildi, matematiği inkar çukuruna atıldı. Mimarisi, sanatı yok sayıldı. Ama
Mısır’da eğitim görmemiş bir Yunan filozofu bulamazsınız. Sokrat ise bir
Etiyopyalıdır ve karadır.
Onun ötesinde
Yunan felsefesi ve hatta Hıristiyanlık kadim inanışların yanlış anlaşılmasıdır.
Yunanlılar gerçekten çocuktular ve öğrendikleri düşüncelerin kendi dillerine
çevirebildikleri kadarını aldılar.
Evet
aydınlamanın Hıristiyan dogmaları ile sorunları vardı. Mücadele ettiler. Ancak
güneşi evrenin merkezine yerleştirirken aynı zamanda kendi inançlarının
gereğini de yerine getiriyorlardı. Unutmayın güneşe ve yıldızlara tapınma
insanlığın en eski inanışlarıdır. Aydınlanma, Mısır kaynaklı inanışların
yeniden ayağa kalmasıydı. Yerleşik düzene ve dine acımasızca saldırmalarının
nedeni budur. Yeniden doğuş ama eskinin yeniden doğuşu. Dediğim gibi Aydınlanma
geniş bir tarikatın ürünüdür. Yeni bir YOL aramıyorlardı, ama yeni bir YOL
oldular.
0 yorum :: Orhan Gökdemir ile Röportaj
Yorum Gönder