Ekrem Acar
İnsanoğlunun, milyonlarca yıllık biyolojik
ve kültürel oluşum süreci içerisinde şekillenmiş, dış çevresini ve kendisini
algılarken, anlamaya çalışırken, iletişime ve eyleme geçerken,
kavramlaştırarak kullandığı, genelde “insan doğası” olarak kullanılan
kavramın kapsamı içinde kalan; değişen toplum biçimleriyle temaları değişse de,
işlevleri hiç değişmeyen bazı temel “düşünsel sabit”leri hep olmuş ve
olmaya da ne yazık ki devam edecek ...
İnsanoğlunun, insanlaşma sürecinin
başlarında, muhtemelen doğanın işleyişini yüzeysel bir şekilde gözlemleyerek,
sürecin ileriki aşamalarında ise, deneyler yoluyla bilimin, kavramlaştırmalar
yoluyla felsefenin katkılarıyla, doğanın bazı koşullardaki hareket
şekillerini, kendi düşünce sistemine ve toplumsal ilişkilerine
uyarlayıp, mutlaklaştırarak oluşturduğu bu “sabitleri”; genelde yapıldığı
gibi, “mutlak doğru”, “yasa” ya da geçmişte ya da gelecekte
hiçbir koşulda değişmeyecek “insan doğası” boyutuna çıkarma eğiliminin
ciddi şekilde sorgulanması gerektiğine inanıyorum. Aslında, bizzat bu mutlak
doğru mertebesine çıkarma eğilimin kendisinin, bu alışılmış düşünsel sabitlerin
arasında yer aldığı unutulmamalı. Ayrıca unutulmaması gereken bir diğer nokta,
bu “sabitler”, toplumsal gücünü, diğer bir ifadeyle, insanoğlunun düşünme
tarzını köklü bir şekilde belirleme ve dolayısıyla da sınırlandırma yeteneğini;
on binlerce yılda, sindire sindire oluşan kurumsallaştırmalar ve
içselleştirmelerden almasıdır...
Bu düşünsel sabitlerin bazılarını; yine bu
düşünsel sabitlerin bir sonucu olan “sınıflandırma” yöntemini kullanma
pahasına, şöyle sıralayabiliriz:
1) “Soyutlama”,
“kavramlaştırma” ve
“sınıflandırma” yaparak düşünebilme,
algılayabilme ve anlamlandırabilme...
2) Bu soyutlamalar,
kavramlaştırmalar ve sınıflandırmalar sonucu oluşan “düşünce dizgeleri”
aracılığıyla toplumsal ilişki kurabilme...
3) “Düalist” algı ve düşünme...
4) “Yasalaştırma” eğilimi...
5) “Tutarlılık” eğilimi
Aslında tüm bu maddeleri, hatta sayıları
artırılabilecek başka maddeleri, “ideolojilerin oluşum süreci” olarak da
okuyabilirsiniz...
İnsanoğlunun, nesne üretiminde ulaştığı
inanılmaz niceliksel boyut ve toplumsal ilişkilerinin hızı anlamında; bir
bakışla “kutsal şafağı”, başka bir bakışla ise “zirvesi”
sayılabilecek, batı merkezli “rönesans-hümanizm”, “sanayi devrimi”,
“aydınlanma dönemi” ve “modern toplum” gibi ardışık sosyo-ekonomik
dönemler; bu düşünsel sabitlerin (en azından şu ana kadar) zirveye taşındığı
tarihsel anlardır...
İnsan ailesinin tahmini 6 milyon yıllık macerası
içerisinde, “homo” cinsinin tahmini 2 milyon yıllık bir
tarihinden söz ediliyor... Bu 2 milyon yılın, 200 bin yılı “homo sapiens” (arkaik
modern insan) dönemi, 30 bin yıllı ise “homo sapiens sapiens”
(modern insan) dönemi olarak kabul ediliyor. Bırakın bu dönemleri, yukarıdaki
tarihsel anları ifade ederken, 10 bin yıllık insanoğlunun “uygarlık”
macerasının %4’üne ve 3-4 bin yıllık yazının bulunmasıyla başlatılan
(nedense?...) “tarih” döneminin % 10’una denk gelen 400 yıllık
bir zaman diliminden (Modern insanın oluşum macerasının % 1’inin biraz üstünde)
bahsediyoruz... Bu 400 yıllık kısacık zaman dilimi içerisinde inanılmaz
bir güce kavuşan bu “düşünsel sabitler”in oluşumunun; insanoğlunun
toplumsallaşma macerası içerisinde somut ilişkilerin ve deneyimlerin bir sonucu
olduğunu ama bugüne kadar bile geldiğimiz basitlikte ve kaçınılmazlıkta gerçekleşmediğini
unutmamak gerekiyor.
Bu düşünsel sabitler ve bunların gerçek
yaşama yansıyan iz düşümleri sayesinde, bu tarihsel dönemlerde insanoğlu,
özellikle nicelliğin kölesi olan, Mao’yu mezarında hırstan ters döndürecek
kadar “bir örnek-tek tip” canlı türü haline gelmiştir... Bu yazımda,
düşünsel sabitler olarak adlandırdığım ve yukarıda sıraladığım olgulardan;
“soyutlama”, “kavramlaştırma”, “düşünce dizgeleri” ve “düalist algı”nın
üzerinde durmak istiyorum:
“Soyutlama”,
“Kavramlaştırma” ve “Düşünce Dizgeleri”...
Öncelikle şunu vurgulamak gerekiyor:
Bilebildiğimiz kadarıyla insanoğlu, elbette içgüdülerle de beslenmekle
birlikte; “akıl” olarak kavramlaştırılan “varlığının bilincinde olma”
olgusunu ya da hissini yaşayan tek canlı türü. Aklımızın, en azından şu ana
kadarki temel özelliği ise, “soyutlama” yoluyla işlemesidir. Daha geniş
bir ifadeyle, insanoğlunun düşünce sistematiği, “soyutlamalar yapma”, “sembolleştirme
ve/veya kavramlaştırma”, “sınıflandırma” ve en sonunda oluşturulan “düşünce
dizgeleri” aracılığıyla işlemektedir. Bunun en somut örneklerinden ikisi,
yaygın kanı olarak iletişim kurmak amacıyla kullandığımız iddia edilen, ama
iletişime gelmeden, düşünebilmemiz ve algılayabilmemiz için muhtaç
olduğumuz en temel araçlardan birisi olan “dil” ve insanoğlunun ürettiği
belki de en kompleks ve estetik düşünsel ürünlere verdiğimiz toplam isim olan
“sanat”tır... Sanat kavramını tartışmayı belki bir başka yazıya bırakmak
üzere, şöyle devam etmek istiyorum: Dil, sembolleştirme aracılığıyla soyutlama
yapma, kavramlaştırma, algılama ve iletişime geçme özelliğimizin tipik bir
örneğidir. Hepimizin bildiği gibi dil, harf olarak adlandırılan ve birleşerek,
sözcük ve cümle gibi yapı parçalarını oluşturan ve bu yapı parçaları ile
yaratılan kavramlar aracılığıyla da, olguların anlamlarının hem
algılanmasını hem de iletilmesini sağlayan temel bir sembolleştirmedir.
Şöyle bir somut örnek verilebilir: Bir
bebek, “masa” ya da başka her hangi bir nesnenin varlığını fiziki olarak tanısa bile, “dil”
aracılığıyla “masa” kavramını öğrenmeden, “masa” nesnesi onun için, dış
dünyadaki “her hangi bir şey” olacaktır. Ama “masa” kavramını öğrendiği
ve kavram ile nesne arasında düşünsel bağı içselleştirdiği anda; artık
onun için “masa” dünyanın neresine giderse gitsin, “tek” ve “aynı”
şey olacaktır. Ve artık “masa”, tanımlı ve anlam sınırları belirlenmiş,
üzerinde yemek yenen, çalışılan vs gibi tanımlı şeyler yapılan bir kavramdır
artık. Nesne, yani somut olarak sadece tek ve kendi olan masa ve masalar
mutlaka vardır ve yaşayan birey tarafından algılanmaktadır ama “toplumsal
insan” artık “masa” dendiğinde çoğunlukla “sadece kendi olan” her hangi
somut bir masayı değil; kendi imgelem sürecinin yarattığı, belki de dünyada o
şekille hiç var olamayan soyut bir “masa”yı, “aklı” ile şekillendirmektedir.
Aslında somut “masa”, bu anlamda insanoğlu için yoktur...
Soyutlama yaparak düşünmenin insanoğluna
kattığı belki de en temel özellik, bir çok görece bağımsız faktörün oluşturduğu
“bileşik gerçek olgu”dan bir ya da birkaç faktörü soyutlayarak,
soyutlananları, o olguyu belirleyen “gerçekler” olarak koymaktır... Yani insan,
“bileşik gerçek”i bir bütün olarak algılayamayan bir canlı türü haline
gelmiştir. Bir nesne olarak “masa” örneğinin ötesinde çok daha can alıcı ve
olgusal örnekler verilebilir: Erkek-kadın ilişkilerinden mesela... Kadının
-aslında erkeğinde- nesneleşmesi hep üzerinde durulan bir olgudur. Kadın
aslında, içinde bir çok özelliği ya da faktörü barındıran, insan denen canlı
türünün bir cinsidir... Üreme sürecinde, “yavru”nun olgunlaşması için gereken,
“onu içinde taşıma” ve “doğurma” işlevleri gibi, kavramlaştırma sürecinde “annelik”
olarak sembolleştirdiğimiz ek niteliklere sahip olan ve türün bir cinsi
olarak, hem cinsel hem de duygusal açıdan “eş” olma
özelliğiyle, türün diğer parçasını tamamlayan (bu özellik aynen erkek için de
geçerlidir); ama her iki özellikle birlikte ve onların ötesinde “insan”
olan bir canlı türüdür. Yalın ve bileşik “gerçek” budur aslında. Ama “yaşanan”
ve “algılanan” gerçek ise bundan çok uzaktadır. Dişi, insanın bir türü olarak,
bileşik ve doğal bütünlüğü içinde yalın bir şekilde algılanmamakta; yerine göre
“annelik” özellikleri, yerine göre ise, türü tamamlayan “cinsel işlevi”,
“bileşik gerçekten” soyutlanmakta ve “tam”ın ve asıl gerçeğin
yerini almaktadır. Bin yıllar boyunca oluşturulan bu soyutlama yaparak düşünme
eğilimi sonucu (elbette toplumsallaşma şekli anlamında, insan türünü sürekli
belirleyen yöneten- yönetilen hiyerarşisinin şekillendirdiği) “erkek egemen”
düşünce dizgesi oluşmuştur. İşin ilginç yanı bu soyutlama yaparak düşünme
özelliği ve “düşünce dizgesi”nin tahakkümünden, bu süreçten en çok zarar gören
“dişi” de kurtulamamaktadır. Bırakın kurtulmayı, o da pratik bir çözüm olarak,
bu sürece dahil ama onun farklı bir versiyonu olarak değerlendirilebilecek, bir
“erkek” soyutlaması yaparak, yaşamda tutunmaya çalışmaktadır.
Düalist
Algı...
Bir “kötü” algısına sahip olmadan
insanoğlu; “iyi” kavramını ve bu kavram tarafından anlamlandırılan,
algılanan ve iletilen “iyilik” hissini algılayabilir mi?... Ya da tem
tersi?... Ve “güzel-çirkin”, “mutlu-mutsuz”, “az-çok” vs.
vs. vs. ikililerini?... Aslında bu düalizm olmadan algılayamama durumda da
“soyutlama yapma” ve “kavramlar”la düşünebilme özelliğinin etkisi vardır...
İnsanoğlunun düşünce sistemi, genel eğilim olarak, karşıtını algılamadan ve
kavramlaştırmadan, olgunun kendisini algılayamıyor ve kavramlaştıramıyor ve
daha da öteye giderek, olguyu kavramlaştırırken, karşıtını da mutlaka, “bileşik
gerçeği” parçalama pahasına, bir düşünsel gerilim şeklinde karşına
koyuyor...
Bilinen bir gerçektir; doğada “iyi-kötü”,
“güzel-çirkin”, “mutluluk-mutsuzluk” gibi
insanoğlunun değer yargılarıyla oluşmuş, manevi olgular yoktur...
Bunlar, insanoğlunun düşünce sistematiğinde kavramlaşarak anlamını bulan
şeylerdir. İnsanoğlu, kendi türünün iç ilişkilerinde anlamlı olan olguları ve
kavramları, doğaya da taşımıştır. Daha doğrusu, insanoğlu, büyük bir ihtimalle
bu düşünsel sabitleri yaratırken, çarpık bir şekilde doğadan esinlenip; aslında
kendi yaratısı olan olgu ve kavramları, doğada somut örnekleri bulunan ama
mutlak olduğu şüpheli somut başka olgularla temellendirmiştir. Ve tüm bu anlam
yüklemelerinde, ikili gerilimleri kullanmıştır. Diğer bir ifadeyle, doğanın
çocuğu olan insanoğlu, farkında olmadan, ona anlam ve maneviyat yükleyerek,
annesine hamile kalmaya çalışmıştır.
Düalist algıyla ilgili, topraklarımızın
günlük hayatından ve insan toplumsallaşmasının ürettiği belki de en rezil
mekanizmalardan birisi olan “siyaset”ten çok somut ve güncel örnekler vermek
mümkündür: Günümüz Türkiye’sinde, Kemalist politikalara yönelik
yapacağınız çok naif eleştirilerle bile; rahatlıkla İslamcı, Kürtçü ya
da globalizm destekçisi vatan haini sınıflandırılmasına maruz
kalabilirsiniz... Çünkü, yönetenler tarafından pompalanan ve kitlenin de
kolayca kabullendiği popüler algı için; ya şeriatçısınızdır ya da Kemalist; ya
Türkçü ya da Kürtçü olmalısınız; ya Doğulu/Doğucu ya da Batılı/Batıcısınızdır...
Zira, egemen algı, bir karşıt yaratarak ve ona göre cephe alarak var
olabilmektedir. Bu algısal durum ne yazık ki, sadece ülkemizin egemen
sınıflarından ya da yönetenlerin politikalarından kaynaklanmamaktadır; evrensel
düşünsel sabitlerin topraklarımıza yansıma şeklidir...
Ele aldığım konu gerçekten çetin bir
konudur ve benim bu konuyla ilgili “akademik” ve/veya disiplinli bir çalışmam
olmamıştır. Yani “konunun uzmanı” denen “sevimsiz kavramın” kapsamı içerisinde
yer alan bir birey değilim... “Bilgi”yi, iktidar oluşturan temel olgulardan
birisi olarak görmeme rağmen; tamamen önemsiz bir olgu olarak
değerlendirmemekteyim. En azından uzunca bir süre de değerlendirebileceğimizi
sanmıyorum. Benim içinde bulunduğu şu dönemde ve şu andaki kavrama ve bilgi düzeyinde
yapabileceğim sorular sormaktır ve bu sorular çerçevesinde, olgu ve kavramları
tartışabilmektir.
Devrim
ve Radikal Reformizm...
Tüm bu üzerinde durduğum olgu ve
kavramların ışığında, kısaca “devrim” olgusu ve kavramına ilişkin bir
iki şey söyleyerek bitirmek istiyorum yazımı:
Bence “devrim” insanoğlunun bu düşünsel
sabitlerden kurtulma, başka bir ifadeyle, bugüne kadarki algılama ve düşünme
şeklinin çok ötesinde bir dış dünya algısına ulaşabilme ve bu doğrultuda
toplumsal ilişkiler kurabilme çabasıdır. Bu devrim yaklaşımının, bildik
politikayla hiç bir ilgisi yoktur. Devrimin, farklı bir dünya ve yeni bir insan
oluşumu için, siyasi erki ele geçirmeyi hedefleyen, bir ihtilal fikri ya da
çabası olmadığına inanıyorum. Siyasi iktidarı ele geçirerek yeni bir düzen
kurmak gibi bir amaç; yaygın siyasi terminolojiyle tanımlamak gerekirse, olsa
olsa “radikal reformist” bir kalkışma olabilir. Dünya tarihinde devrim olarak
tanımlanan, kendisini gerçekleştiren “bireylerin ya da sosyal grupların içsel
devrimi” hedefinin sadece sözde kaldığı ve ekonomizmin dışına çıkamamış ama
siyasi erki ele geçirmiş “radikal reformist” hareketler vardır. Bunların belki
de en bilinenleri, 1917 Ekim “devrim”i ve bizim topraklarımızda yaşanan
Kemalist kadronun gerçekleştirdiği, yine yaygın siyasi terminolojiyle
tanımlamak gerekirse, “jakobenist” aydınlanma hamlesidir.
Devleti ve/veya tüm siyasi erki yıkma-ele
geçirme değil- eylemi, benim algıladığım anlamda gerçek bir devrimci kalkışma
sürecinde, zorunlu olup olmadığını tam kestiremediğim bir durak olabilir ancak.
“Yıkılan bir yapının yerine ne konacağı?...” sorusu, çok da anlamlı bir soru
değildir. Zira, sürecin kendisi ve o süreci yaratan ve hareket ettiren
bireylerin dönüşümü, yıkılan yapının yerine ne konacağını belirleyecektir ve bu
asla, karar verici ve uygulayıcı bir merkezi mekanizma olmayacaktır.
Yöneten-yönetilen düalizminin egemen olduğu
bir toplumda, iç devrimine yönelmemiş bireylerin ya da sosyal grupların
gerçekleştireceği devrimlerin, radikal anlamda insanoğluna ve doğaya bir
faydası olacağına inanmıyorum.
0 yorum :: “DÜŞÜNSEL SABİTLER” VE “DEVRİM”...
Yorum Gönder