Ahmet Özcan
Öncelikle sayın Çölkesen’e, üşenmeyip, bu fikir çölü
ortamında, konu ‘evsahibi’ olduğu Marks ve Marksizm olsa da, bir tartışmaya
vesile olduğu için teşekkür ederim. Kendi adıma, ‘yitip gitmekte olan’ bir
mevzuyu ısıtıp belki bir anlayan - dinleyen olur diye tartışmaktan
memnunum.
Sayın Çölkesen, haklı olarak Marksistlere dönük
ifadelerimden alınmış ve bana mektubunu adeta bir tür nefs-i müdafaa eksenine
oturtmuş. Bir de küçük bir yanlışla başlamış; İslamcıların, 11 Eylül sonrası
içine düştükleri yalnızlık psikolojisinden dolayı “sol nerede*” diye
sorduklarını ileri sürmüş ve benim makalemin de bu psikolojinin ürünü olduğunu
zannetmiş..Ne İslamcılar zannettiğiniz bir psikoloji içinde sayın Çölkesen, ne
de kendini hiçbir zaman İslamcı olarak tanımlamayan ben, Marks’a dair
makalemi zannettiğiniz kaygılar içinde yazmıştım. Bu makale, 1980’lerden beri,
yani Gorbaçov’dan önce arkadaş çevremle konuştuğumuz mevzuların 2004 yılında
YARIN dergisinde özetle dile getirilmiş haliydi…
İslamcılık ve İslamcılar mevzusu ise ayrı bir konu. Sadece
şu kadarını söyleyeyim;, İslamcılar, yarısı soğuk savaşın yeşil kuşağının
ürünü, bir kısmı ise Arap ve İran ulusal kimliğindeki batıcı tahribata tepkinin
ürünü olan akımlardı. Yeşil kuşak dincilerinden hiç hazzetmemiştim. Hala da
hazzetmiyorum. Bu burnumuzu silmeye tenezzül etmediğimiz hormonlu din
simsarları, bugün güce tapınan, zalimlere yılışan ve böylece hiç sahip
olamayacakları onur ve perestije sahip olduklarını zanneden küçük kasaba
dincileriydiler. Bunların imanları da Tanrıları da sahteydi ve ilk fırsatta
yeni tanrılarıyla değiştirdiler. Neyse ki, iktidara getirilip ellerine şekerler
verildi de kurtulduk…İran ve Arap İslamcılıkları ise, Daryush Shayegan’ın
ifadesiyle, batı ile doğu, tarım çağları ile modern çağ arasındaki çatlağa
sıkışmış ve buradan yaralı ve şizofren bir bilinç türetmiş, trajik bir 20.
yüzyıl dalgasıydı ve sosyalizme paralel olarak o da sessizce tükendi.. Şimdi
Irak ve Afganistan’da direnenlerinbir kısmı, işte bu trajedinin çocukları…
Benim gibiler ise, kendini özgürlükçü bir Müslüman olarak
tanımlayan, kapitalist veya sosyalist emperyalizme, her tür faşizme, şovenizme,
Osmanlının parçalanmasına, ezilen, sömürülen bütün batı dışı dünyanın perişan
haline, Anglo-Amerikan yeni Roma imparatorluğunun eyaletine dönüştürülmüş
ulusal düzene, kurumsal dine, her tür kişi tapımına, para tapımına,
kimlik tapımına itiraz edip, la ilahe illallah diyen az sayıda bağımsız
bağlantısız Müslümanlardı. Hamdolsun ki, Allah yolumuzu şaşırtmadı ve
hala aynı yerdeyiz…Bu nedenle, Marks’a açık mektup, bir sol hesaplaşması değil,
şimdi ne yapmalı diye sorgularken, elde olanın bilançosunu çıkarma
niyetinin ürünüydü. Evet, Marks, ‘elde var bir’di benim için…
Konuya gelirsek, ben o makalede, birkaç ara cümleyle Marksistleri
aradan çıkarıp, doğrudan Marks’la tartışmak istemiştim. Yani, bana cevap yazma
şansı olmayan Marks’la! Sayın Çölkesen, maalesef bu fiyakamı bozdu ve şimdi
kaçındığım durumla yüz yüze kaldım. Polemik konusunda ellerine su
dökemeyeceğimiz solcularla münazaraya girmek kadar yorucu bir şey yoktur.
Neyse, başa gelen çekilir. Sayın Çölkesen’in nazik ve bir o kadarda polemikçi
üslubuyla boğuşmak farz oldu artık..
“Ahmet Özcan, açıkca, “işte Marx değil, ama şakirtleri olan
solcular böyledir, hemen satarlar davayı...” demek istiyor.”..
Sayın Çölkesen, ben böyle bir şey demedim. Demem de.
Solculara dönük eleştirim, Sol’a dönük eleştirimin bir parçasıydı ve özetle,
şunu demeye çalıştım: kapitalizmi aşabilmek için zihinsel olarak kapitalizmin
dışında olmak gerekiyordu ne var ki solcular büyük ölçüde batı dışı
dünyada sistemi işleten bütün modern kurguların taşıyıcısı, misyoneri, kültür
ajanı ve de yapı sökümcüsü oldular. Kapitalist dünya ekonomi, ondan çok daha
çaplı bir modern paradigmanın ürünüydü ve Marksizm, işte o paradigmanın içinde
bir yerden konuşuyordu.
Marksizm de, Marksistler de kapitalizmi eleştirirken haklı
ve usta, aşmak isterken ise tutarsız bir konum içindeydiler. Bunu bir suçlama
ya da aşağılama için söylemiyorum. Çünkü derdim Marks ya da Marksizm değil,
tıpkı Marks gibi, insani bir sancı ile, bu paranın tahakküm düzenine karşı ne
yapılabilir sorusuna cevap arıyorum ve cevaplardan biri olan Marksizm, “neden
elendi” diye düşünürken bunları söylüyorum.
O halde, sayın Çölkesen, bir sol müdafaasına girmeye ya da
bana haneye tecavüz etmişim muamelesi yapmanıza gerek yok. Solcularla
ilgilenmiyorum..istedikleri kadar kendilerini savunabilirler. Benim için
aslolan, solu da doğuran asıl sorun olan modern kapitalist dünya sistemine
karşı bundan sonra nasıl bir çözüm yolunun çıkacağı. Sol, şansını denedi ve
kaybetti. Buna siz inanmamakta inat edebilirsiniz, saygı duyarım. Ama, kusura
bakmayın, yüz elli yıllık bir deneyim, yeteri kadar kredisini tüketmiş durumda
ve artık başka yerlere bakmak ve başka şeyler konuşmak zorundayız.
Bu nedenle, belki, önceliklerimizi değiştirerek işe
başlamalıyız.
İktisadi faaliyeti, insan türünün yaşamsal ihtiyaçlarından
“sadece birisi” olarak konumlandırmakla işe başlayalım derim. Ekonomi-politik,
evet, birçok toplumsal ve bireysel davranışın önemli etkenlerinden biridir. Ama
sadece biridir. Ve altyapı değildir. Bazen sonuçtur, bazen
belirlenendir..İnsanı çok katmanlı ve çok yönlü bir özel tür olarak algılarsak,
yani Darvin etkisinden sıyrılıp meselelere biyolojiden değil, bütün
bilimlerle birlikte bakmayı denersek, bu böyledir. Eğer insanı sonsuz
ihtiyaçlarını kısıtlı imkânlarla gidermek zorunda olan ve bütün varlığını, daha
doğrusu özgür insan olma imkanını, bu çevrimden çıkma yolunu bulmak olarak
tarif edersek, Marksist olmaktan başka mantıklı bir yol elimizde yok. İnsan,
kendisinin efendisi olmak için, emeğinin efendisi olmalı…Oysa, Marksizmin
içinde boğulduğu paradoksta zaten bu. Bütün aydınlanma düşünürleri, dönüp
dolaşıp insanı işte bu beşeri dilemmalar içinde tanımladılar. Olmadı, Nietsche,
üstün insanı, Freud’da, insanın çocukluğunu yani ilkel insanı rol
modeli yaparak daha bireysel çözümler ileri sürdü. Marks, toplumsal olanın
önemini görmüş ve bütün cevapları toplumsalın içinde aramıştı. Ama o’da
aynı paradigmanın içinden konuşuyordu ve üretim araçlarının
kolektifleştirilmesi ya da komün değerlerinin tarihin dairesel çevrimiyle
yeniden egemen olacağı varsayımını benimsemişti. Bu, son derece determinist ve
totolojik insan, tarih ve doğa algısı, kapitalizmden de öte, Avrupa düşüncesinin,
modern paradigmanın en temel sorunu işte..kapitalist ekonomi-politiğin bugün
insani olan her şeyin temel belirleyeni-altyapısı- olmasına itiraz ediyorsanız,
başta tarih olmak üzere, bütün insana dair gerçeği ve gelecek kurgusunu
iktisadi faaliyeti de belirleyen başka bir kurgu üzerine kurmalısınız.
Tutarsızlık dediğim budur. Marksizm, kapitalizme dönük haklı ve derinlikli
eleştirilerini, alternatifleri konuşurken unutup, son derece anamalcı,
homo-economicus’cu, materyalist çözümler üretme mantalitesinin adıdır.
Ne kastediyorum? Açmaya çalışayım; Ben, insan denilen türün
son tahlilde tek bir kişi, yaşanan bütün olay ve olguların da işte bu kişinin
iç sıkıntıları olduğuna inananlardanım. Etrafımızdaki her şey, birer görüntüden
ibaret ve yine o her şey, bir defa ve bütün zamanlar için olup bitmiş durumda.
Yaşadıklarımız, o ilk yaşanmışlığın tekrar eden titreşimlerinden ibaret. İnsan,
kendi içinde doğaya ait yanıyla (beşer), doğayı aşan yanının (insan) kavgasını
veriyor. İyilikte kötülükte, işte bu kavgadaki beşer ve insan yanın
soyutlanması demek. Dinsel söylencelerden bakarsak, Beşer yanımız, hala
cennetten çıkmamış durumda. Cennet, insanın akletmeden, görmeden, idrak
etmeden önceki hali demek. Beşer ise, diğer canlılar gibi, sadece programlanmış
içgüdüleriyle yaşayan yanımızdır. Akleden, gören ve düşünen yanımız ise, beşer
halden yükselerek insanlaşma dediğimiz bir ontolojik sıçrama ile düşünme ve
böylece var olma şuuruna erme noktasını ifade ediyor. Bu sıçrama, cennetten
çıkış ve cennetten çıkmışlığın trajedisini yaşayış hali demek. Çıktığımız
Cennet, çatışmaların olmadığı bir yer değil, olan bitenin çatışma olduğunun bilincinin
olmadığı bir yer. Aslan acıkınca ava çıkar, ceylana saldırır, parçalar ve yer.
Dişisiyle çitleşir, sonra bir ağaç altında dinlenir. Bunu sonsuza kadar tekrar
eder. O cennettedir yani. Oysa insan, işte bunu görendir. Aslanın açlığını,
ceylanın gözyaşını, bedensel hazzı, dinlenmeyi, eğlenmeyi, akledendir. Sonra
bunun nedenleri üzerine düşünendir. Bunu değiştirmeye çalışandır. Buna itiraz
edendir. Oysa aslan için ne açlık kavramı, ne gözyaşı, ne haz ne de dinlenme
kavramları bir mana ifade etmez. O sadece bunları hisseder ve yaşar. İşte beşer
yanımız bu manada bir hayvandır. Ve bütün edimleri, aslan, tilki, hamamböceği
gibi, içgüdüseldir. Ama beşerin diğer hayvanlardan bir farkı vardır. O aynı
zamanda insan yanına da sahiptir ve akletmenin ürünü olan bütün görme
biçimlerinin bilgi ve bilincinin de farkındadır. Yani, her bir insan teki, aynı
anda hem beşer hem insandır ve insanın iç savaşı, kimimizde beşer yanımızın
kimimizde ise insan yanımızın galebe çalmasıyla sonuçlanır. Sonuçlanmak aslında
yanlış bir ifadedir. Bu kavga ölene kadar sürer. Hayatlarımızın toplamında
hangi yanımız ağır basıyorsa, o olarak ölürüz aslında.
Bu konuları İbrahimi tevhid dininin deforme edilmiş
biçimiyle kavramlaştıran Zerdüştlük, bu dualiteyi, aydınlık ve
karanlık alem olarak tavsif eder. Aydınlığın ve karanlığın çatışması,
Sabiilikte , Hıristiyanlıkta ve İslamiyette aynı kavramsal özle devam etmiştir.
Sümer-Babil mitolojisinde, antik Mısır’da, Hindistan’da, Çin’de…Bu ikili
çatışmanın mutlaka teolojik ve mitolojik öyküleri vardır. Hepsi, son tahlilde
bir ruhsal aydınlanma ile, karanlıktan çıkışı hedef olarak koyar. Yeniden
aydınlanma-kurtuluş/redeemer-ancak bir yol haritası ya da
Kılavuzla mümkündür ve işte dinler bu haritanın kendisi, kutsal kitaplar ve
peygamberler ise Kılavuzdur.
Modern mitolojiler de bu kadim söylenceleri yeniden
üretmiştir. İdeolojiler birer kurtuluş reçetesidir. Uğruna savaşılır, ölünür.
Kapitalizm ise, insana uğruna ölmeye değmeyecek daha basit bir kurtuluş önerir:
kazan, iyi yaşa ve mutlu öl. İdeolojiler ve dinler, kurtuluşu emek sarf ederek,
bedel ödeyerek ve gelecekte kazanılacak bir menzil olarak koyarken,
kapitalizm insanı beşer kalarak aynı menzile şimdi ulaşabileceğine ikna
etmiştir. “Yorulmana gerek yok, ilerde kazanmak istediğin her şey burada ve
şimdi zaten var ve ancak hemen elinin altındakini değerlendirirsen bütün
arzularını tatmin edersin”, demiştir. Kapitalizm, beşer yanımızın yol
haritasıdır.
Muhammet İkbal, “İnsanın çıktığı cennet bu dünyadaki
beşer haliyle yaşadığı ortamdı, varacağı cennet ise kendi eliyle kazanacağı öte
bir yerdir. insanların çoğu işte bu dünyadaki cennetten hala çıkmamıştır”
derken, işte bunları kasteder. İnsanların çoğu, hala yapıp ettiklerinin
şuurunda değildir. Öldürür, çalar, eğlenir…Ama bunlar üzerinde düşünmez.
İnsan yanının o belli belirsiz şuuru arada bir aklına eser, fren yaptırır,
hatta bazen öne çıkar, ama bir bütün olarak, insan çoğunluğunun henüz insan
olma idrakine ermediği söylenebilir.
Hikmet Kıvılcımlı, kutsal kitapların cennetini, Fırat-Dicle
havzasında, Van yaylasında yerleşik hayata geçiş olarak tarif eder ve insanın
ilk olarak burada tarım devrimini yaşayıp, cinsel, sosyal ve beslenme tabuları
yoluyla insanlaştığını söyler. Ensest ve zina yasağı, insanı aile dışında
ötekiyle eşleşmeye, aile olmaya, soy bilincine ve sosyalleşmeye sürükler.
Sosyalleşme, insanı ötekiyle karışarak sentezlenmeye ve paylaşmaya zorlar.
Beslenme tabusu ise insan eti, kan vb. yemekten vazgeçip, ateşi kullanarak,
temizleyerek ve hayvanları ve bitkileri emek yoluyla besleyerek yemeğe
dönüştürme süreci içinde insanlaşmayı sağlar, der. Kıvılcımlı, insanın ilk
olarak hayvanları evcilleştirerek kadını da evcilleştirmeyi öğrendiğini ileri
sürer. Kadının evcilleştirilmesi, diğer insanların evcilleştirilebileceği
fikrini doğurmuştur. Buradan köleliğe ulaşılmıştır der. Kıvılcımlı, uygarlaşan
insanın sınıflaştığını ve bu sınıflı toplumun yeniden ilk komün yaşamına
dönerek aşılacağını söyler.
Freud, insanın sayılan tabuları sayesinde nevrotik bir
kişilik kazandığını, bütün dramının böyle başladığını ve işte bu nevrozlarından
kurtuldukça yeniden o ilk mutlu anı yakalayacağını söyler. Freud’a göre, insanı
uygarlaştıran bu tabular, insanın arzularına yabancılaşmasını getirmiştir ve
uygarlık bu bağlamda, nevrotik bir fenomendir. İnsan yeniden çocukluğuna, o ilk
cennetine dönerek, içgüdülerini bastırmadan yaşamanın bir yolunu bulmalıdır.
Hegel, insanın ergin oluşunu yani uygarlığı yüceltir. Bunun politik
tin ile yani devletin bir baba rolü üstlenerek “çocuklarını” yani
toplumu aydınlatması ile mümkün olduğunu savunur. Bunun için tarihin tinsel
çevriminin, diyalektik akışının, politik bir momentte, devlette sentezlenerek
aşkın bir düzeyin yakalanabileceğini ileri sürmüştür. Hegel, dağınık Alman
prensliklerinin ortak bir ide etrafında birleşmesini, insanlığın temel sorunu
olarak okumuştu.
Bütün bu modern teorilerin Alman, Aryan zihninden fışkırması
tesadüf değildir.
Aryan zihni, Zerdüşt metafiziğinin modern yorumudur.
Düalizm, diyalektik ve total-bütüncül izah tarzları, Zerdüşt
metafiziğiyle ilk şeklini almıştır. Aydınlık ve karanlığın çatışmasını, ister
nevrotik gelgitler, ister sınıf savaşı, ister milletler mücadelesi isterse hak
ve batılın kavgası olarak tarif edelim, son tahlilde özünde, Zerdüştlük vardır.
Zerdüştlük, İbrahimi tevhid öğretisinden sapılarak, insanın
iç savaşının, dışa yöneltilmesini, ötekileştirilmesini ve teolojik düzeye de
çıkararak idealaştırılmasını ifade eder. Belki de bu nedenle, Zerdüşt esintili
her tür dinsel, ideolojik ya da politik kavrayış, bir süre sonra çıkış
amacına, kendisine, mensuplarına, insana, doğaya, hayata yabancılaşarak
uçuşmaya başlar. İnsan bu düşünüş biçiminin basit bir aracı, insan için var olan
hedefler ise, insanın kurban edildiği insanötesi amaçlar haline dönüşür.
Hindistan’dan sürülen alt sınıftan Aryan kabilelerin İran yaylalarında bir
asabiye yaratarak Hindistan’la savaşa tutuşmasının teolojisi olarak Zerdüştlük,
bir süre sonra kötülük tanrısı (Angra Manyu-Ehrimen) olarak tanımladığı Hind
üst kastını evrenselleştirerek, kendisi dışındaki her şeyi Ehrimenin (şeytanın)
dünyası olarak görmeye başlamıştır. Şeytanı ötekileştirmek ve kötücül tanrı
halinde algılamak, yani kötülüğü dışarıda, başkasında, tarihte ve evrende
aramak, Zerdüştlüğün insan bilincine yaptığı bir eklentidir. Bütün din
savaşlarını, politik savaşları, Yahudiliği, haçlılığı, milliyetçiliği,
rahatlıkla Zerdüştlüğün galerisine ekleyebiliriz.
Bunun dışında ne vardır? Aristo ve Mısır-Roma düzen teorisi.
Zerdüşt teolojinin iki karşıt gücün ezeli çatışmasına dayanan kaos evreni,
Mısır-Roma geleneğinde mutlak düzen fikriyle aşılmış görünmektedir.
Evrende, doğada ve insanlar arasından süren her tür çatışma, mutlak bir otorite
ve o otoritenin katı yasaları sayesinde çözülür ve düzen egemen olur.
Mısır-roma geleneği, doğada kaosun içinde bir düzen görür ve aynısını insana
uyarlar. Aslan aslandır, aslanlığını yapar. Fare faredir. Tilki de tilki.
Herkes yerini bilir ve hak ettiğini alırsa, çatışma olmaz. Herkes nasibini
alır. Aslan tarafından parçalanmak doğanın düzenidir ve ceylana düşen aslanın
insafını beklemeden kaçmaktır. Yakalanırsa akıbetine razı olacaktır. Adalet,
budur. Doğanın döngüsü işte bu düzen sayesinde gerçekleşmektedir. İnsanlarda
böyle bir düzen kurarak adil bir ortamda yaşayabilirler. Köle doğan, iyi bir
köle olmaya çalışmalıdır. Soylu doğan ise iyi bir soylu olmalıdır. Kötülük
kölenin soylu olmaya kalkmasından, soylunun kölece işlere bulaşmasından doğar.
Çünkü düzen bozulur ve kaos böyle başlar..
Mısır-Roma ve İran-Zerdüşt düşünme biçimleri, adeta
Hindistan’ın iç fraksiyonlarının çatışması gibidir. Her iki kavrama tarzı da,
Hind’den doğmuştur. Düzen fikri, Hint üst kastının, kaos ve kurtuluş ise alt
kastların teolojik dilidir. Bu iki ana düşünüş biçimi, İran-Babil-Mısır
havzasına taşınmış ve birer Mısır kolonisi olan özerk Yunan sitelerinde
kavramsallaşmıştır. (Bunun dışında Yunan’a ait bir felsefe ya da keşif yoktur.
Yunan, sadece etrafında olan biten, konuşulan, dile gelen her şeyi tasnif
ederek kaleme almış, kavramlaştırmış ve bize aktarmıştır.) Platon, Hind-İran’ı,
Aristo ise Mısır’ı temsil eder. Platonun Pers istilaları sırasında Pers ajanı
diye öldürülmesi, Aristo’nun ise Mısır ordusu komutanı olan İskender’e
danışmanlık yapması tesadüf değildir. Mezopotamya-Akdeniz havzasının iç savaşı,
Hint kabilelerinin iç savaşının büyük göçler yoluyla taşındığı bu bölgede, M.Ö.
2000’li yıllardan itibaren Sümer-Elam, Hitit-Mısır, Pers-Yunan ve İran-Roma
savaşları olarak devam etmiştir. Bu savaş tarihi, insanın insanlaşma çabasının
da tarihidir ve içinde insan-beşer savaşını da barındırır. İbrahimi tevhidi
mesajın bu düalizm ve düzen fraksiyonları, günümüze kadar gelen iki ana
felsefi-politik kurgunun kökenidir.
Uygarlaşmanın iç çelişkileri olarak da tanımlanabilecek olan
bu jeopolitik çatışmaların bir başka okunma biçimi ise, göçebe ve yerleşik
savaşıdır.
Tarım devrimi denilen neolitik çağa geçişle birlikte, göçebe
komünlerle köylü komünlerin çelişkileri başlamıştır. Bu, bugünde süren ve
tarihin en köklü çelişkilerinden biridir. Göçebelik, ya da antropoloji diliyle
söylersek, avcı-toplayıcı-çoban topluluklar, Klan düzeyinde kan bağına dayalı
asabiye, anacıl-doğacı- animist inanç biçimi ve ortakçı mülkiyet anlayışına
sahiptir. Köylüler ise, toprağa bağımlı ve aşiret-aile düzeyinde kan bağına
dayalı asabiye, özel mülkiyet ve aşkın tanrı veya tanrılar telakkisine dayalı
inanç biçimlerine sahiptir. Göçebe topluluklar, yerleşik toplulukların hasadına
el koymaya, yerleşik topluluklar da göçebeleri dışlayarak ve aşağılayarak yaşam
alanlarına sokmamaya çalışır. Çelişkinin özü budur. (Bu çelişki, göçebeleri
göçmen, yerleşikleri ise metropoller olarak okursak, halen sürmektedir)
Arkeolojik bulgular, tarihin motorunu çeviren bu
çatışmaların, büyük çaplı göçler ve savaşlar yoluyla uygarlık sentezlerine yol
açtığı gibi, büyük yıkımlara da neden olduğunu kaydeder. Bütün büyük
Peygamberler ve dinler, bu büyük göç ve savaşların yarattığı bunalımların
içinde doğmuştur.
Marksist okuma, göçebe komünleri ortakçı-komünüzan- üretim
biçimine, yerleşik uygarlığı ise özel mülkiyetçi-bireyci komünün üretim
biçimine örnek verir. Ali Şeriati’de, Habil’i ortakçı-çoban, Kabil’i ise
bireyci özel mülkiyetçi köylü olarak tavsif eder. Marksizmin bu çatışmayı
sadece sınıf savaşı olarak okuması, tarihin ve insan gerçeğinin diğer
boyutlarını bu çelişkiye indirgemesini, yani finalde varılan kaba materyalizm
ve kaba ekonomizm batağına düşmesini kolaylaştırmıştır.
Burada, insan-beşer kavramlaştırmasına yeniden dönelim;
İnsan ve beşer…tek bir varlığın iki yönüdür. İkiye bölünmüş
bir’in(ademin) çelişkisidir. Adem, bir erkek değil, henüz ikiye bölünmemiş bir
insan tözünün adıdır. Önce kadın ve erkek olarak, sonra insan ve beşer olarak
ikiye bölünmüştür. Bütün diğer bölünmeler buradan doğmuştur. Dişi ve eril
bölünmesi, bitimsiz bir çoğalmayı, türün devamlılığını yani biyolojik
ölümsüzlük çabasını, insan ve beşer bölünmesi ise aynı ölümsüzlük arzusunun
tinsel düzeyde sürmesini ifade eder. İnsan ve beşerin iyi ve kötü insan
imgeleri olarak temsilini, Habil ve Kabil söylencesinde görürüz..Bu iki
kardeşin kavgası, iyi ile kötünün savaşı olarak okunabilir, Göçebe ve yerleşik
savaşı olarak da okunabilir. Ortakçı-bireyci komünün savaşı olarak da,
Uygar-barbar savaşı olarak da..okunabilir. Ama unutulmamalıdır ki, daima her
iki tarafta insan da vardır, beşer de…tıpkı her bir insanın içinde olduğu
gibi..İşte bu nedenle, tarihte, sınıf savaşının ötesinde, insan-beşer savaşı,
insanın var oluş kavgası ve insanlaşma çabasının trajik iç savaşı vardır. Sınıf
savaşını bu varoluşsal boyutunu atlayarak analiz etmenin eksik bir analiz
olduğunu söylemek istiyorum.
Bu noktada, klasik evrimci bakışı aşmaya çalışan sol
içi tartışmaları da hatırlamakta fayda var.. Pozitivist evrimcilerin, evrimi,
canlıların ilkellikten insana doğru mükemmelleşen bir piramit olarak
tasarlamasının aksine, Sovyet Rusya’da bir grup bilim adamının canlıların
evrimini, tek hücreli canlılardan başlayarak çoğalan, çeşitlenen bir sonsuza
yürüme olarak gören çalışmalarını hatırlıyorum. Pozitivist evrimcilik, insanı
tanrılaştırma telakkisi ile geri kalan canlıları ve tanrılaşamayan insanları
doğanın çöpleri olarak görme noktasına geldi. Oysa evrim teorilerinin –Sovyet
bilim adamlarının da aradığı şekilde- aslı, ters çevrilmiş bir canlılar piramidi
tasarımına dayanmaktaydı ve bu biyolojik tasarım doğadaki canlıların her
birinin mukaddes görüldüğü, her birinin diğerine karşı sorumlu, bağımlı ve
vazifeli kılındığı, insanın ise bu sorumluluğun en üst noktası manasında
eşref-i mahlukat veya kamil insan olma çabasının hakikat arayışı addedildiği
İslam felsefesine modern bir maddi temel oluşturabilirdi. Ne var ki,
bilimcilikle bilime tapma, olgusal düşünmeyle olguculuk, maddi nedenlerin
analiziyle maddeciliği bir birine karıştıran batılı mezhepler, hakikat
arayışını insanlaşma amacından bağımsız bir insan düşmanlığı ya da dehümanizmin
aracı haline dönüştürdü.
Sayın Çölkesen; Bir insan telakkiniz yoksa, daha doğrusu,
ulaşmak istediğiniz etik amacın özünü aşkın bir telakki içerisinde
kavramamışsanız, insana dair her sözünüz boştur. Bu nedenle dinler önemlidir ve
dinler, Kıvılcımlının ifadesiyle, yalan söylemez. Çünkü dinler, insanın
bilinçaltıdır. İnsanın iç savaşının tarihini dinsel söylencelerden
okuyabiliriz, dinler sayesinde hakikate dair ışığı yakalayabilir ve bugünün ve
geleceğin sorunlarına ışık tutabiliriz. İnsanların dinselliğe bu kadar sıkı
sarılmasının nedeni, ergin olamamaları, cehalet, egemen sınıfların güdülemesi
ya da çarpık tarihsel bilinçten dolayı değildir, aksine dinsellik, insanı erginleştirir,
bilinçlendirir, kendisi, ve doğa üzerine, geçmiş ve gelecek üzerine düşünmeye
zorlar, inanlaşma hedefini idrak ettirir ve bilincini şekillendirir. Dinsellik,
bütüncül görme biçimidir. Ekonomik, politik, felsefi, ahlaki sosyolojik,
psikolojik, kozmik…bütün görme biçimlerinin toplamına dinsellik
diyoruz..İnsanlaşma, yani akletme, ancak dinselliğin derin ve engin
görüş açısıyla mümkündür.
Ben Marks’ı dini ıskalamakla eleştirirken, işte bunu
kastetmiştim. Yahudi-Hıristiyan yozlaşmasına kızarak ve de Fransız devriminin
masonik-heretik anti-dinciliğini abartarak, bu “insani olana” son derece
yabancılaşmıştı bay Marks.
Buradan kurumsal dinlerin ve o din mensuplarının
doğru yolda olduğunu savunduğum anlaşılmasın. Din eleştirisi, dinin içinden
yapılabilecek bir iştir ve ayrı bir konudur. Burada kastım, insanın akletme ve
kendisinin efendisi olma yani insanlaşma çabasının bizatihi dinsel bir konu
olduğunu söylemeye çalışıyorum. Belki şunu da eklemeliyim bu iddiama; insan
yanı ağır basan, yani hiçbir karşılık beklemeden fedakarca mücadele eden dinsiz
Marksistlerin son derece mütevekkil, mütevazı, ve bilgece kişilik sahibi
olmasının nedeni de, davalarına dinine bağlı bir mümin gibi bağlı olmaları
nedeniyledir. İnanmış insan tipi, dinselliğin ürünüdür. Dinsellik, insanın
içkin ve aşkın hakikate sarılarak var olma çabasını ifade eder. İşte bu
manada, insanların dinlere bağlılığının öyle altyapı-üstyapı, üretim
ilişkilerinin bilinci belirlemesi türünden indirgemelerle küçümsenmesi, Marks
çapında bir beyne yakışmıyor.
Dinselliğin çarpıtılmış sahte bilinç olarak görülmesi,
dinselliğe değil, bu görüş sahiplerine çok şey kaybettirmiştir. Ama şunu da
eklemekte fayda var; yozlaşmış dinsellik olarak kurumsal dinlerin; paganizmin,
Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın kökten bir eleştirisini yaparak sahneye çıkan
İslam’ın kendisi de zaman içinde bir tür yozlaşmaya uğramış, kurumsal din
haline dönüşmüştür. Kurumsal din, dinselliğin çarpıtılmış biçimidir. Din’in
İnsanı insanlaştırmaya dönük klavuz rolü, kurumsallaştıkça insanın beşer yanına
taviz veren psikolojik ve politik bir tezgaha dönüşerek ortadan kalkar.
Kitlelerin sonu gelmez arzu ve ihtirasları zamanla din perdesi arkasına
saklanarak çarpık bir ahlaka dönüşür. Yine iktidarlar da, son tahlilde dinsel
bir kurum olan devletin varlığını din perdesiyle arzuladıkları tahakkümün
aracına dönüştürürler. Din adamları sınıfı ve dokunulmaz dogmaların
tutucu yorumu gibi iki temel özelliği ile kurumsal din, Din’in tarihsel
bir maraza dönüşmesi demektir. Burada, din ve dinsellikle, kurumsal
dinleri özenle ayırmak şarttır. Aksi halde Marks’ın düştüğü yanlışa düşmek
kaçınılmaz olur.
Yeri gelmişken ekleyeyim; Sadece kurumsal dinler değil, kurumsal
dinsellikler de insanı kendi dogmalarına kurban ederler sayın Çölkesen. Bu
nedenle bir tür mezhepçi-meşrepçi tavırla savunmaya geçmenizi yadırgadığımı
burada eklemeliyim. Masonlar, bilirsiniz, üye kabul törenine gözleri bağlayarak
alırlar acemileri…Bütün tekkeler, bütün tarikatler, bütün dogmatik dergahlar,
hakikati kapı önlerinde kurban ederek insanı içeri alırlar. Aklımız ve
imanımızdan başka tarikatımız olmadığı için, biz meseleleri solculuk,
İslamcılık gibi tekkelerin içinden değil, hakikat arayışının engin denizlerinde
el yordamıyla kulaç atarak yol almaya çalışanlardanız.
Konuya dönersek; Zerdüştlük ve Roma’nın birbirini bütünleyen
ama birbirinin eleştirisi de olan kaos ve düzen teorilerinin İbrahimi özlerine
inerek ve bir üst terkiple aşılmasını, yani sırat-ı mustakimi (doğru ve orta
yolu) gösteren İslamiyet, jeopolitik olarak da İran ve Roma’yı yıkmış,
insanlığın, kaos veya düzen teorileri adına kurban edilmesine son vererek, Eşref-i
Mahlukat olma şuuru vermiştir. Bu şu demektir; Kuran’da yaratılış
prologunda, Allah yeryüzünde bir halife yaratacağını söyler.. Bütün melekler
itiraz eder. Allah, siz bilmezsiniz ama ben bilirim, der. Melekler, “yeryüzünde
kan dökecek, bozgunculuk çıkaracak birini mi yaratacaksın” diye itiraz
etmiştir. Yani, yeryüzünde beşer halinde gelişmiş bir hayvan türü vardır. Allah
ona ruhundan üfleyerek, insanlaşmasını, yani akletmesini ve görmesini
sağlayacaktır. Böylece insanlaşan beşer, yaratılmışların en üstünü olacak,
aleme nizam veren ve bunu yaptıkça insanlaşmasını tamamlayan ve ebedi yaşam
hakkını kazanan bir tür olacaktır. Sadece İblis sözünde inat eder, ve İnsana
itirazını sürdürür. İblisin itirazı insana verilen bu fırsatı kıskanması ve
kibirlenmesi nedeniyledir.
Bu anlatımda, melekleri evren ve doğada insana uyum
sağlayan yani biat etmiş olan tüm varlıklar, iblisi de insana itiraz eden,
insanı yoldan çıkararak, insanı insanlığından uzaklaştıran her şey
-mülkiyet,iktidar,altın,tahakküm,cinsel
sapkınlık,bencillik,yalan,cinayet,zulüm- olarak okursak, durum şudur; İslamın
insan telakkisi, ne Zerdüştlük ve Yahudilikteki gibi tanrının askeri, çocukları
olan seçilmiş ve kurtulmuş yaratıklar, ne de Roma ve Hristiyanlıktaki gibi,
tanrının yeryüzündeki kutsal temsilcilerine bağımlı yaratıklar değil, kendi
seçimleri, eylemleri ve günahlardan kaçınma(takva)sıyla hürleşen, hürleştikçe
kendi varlığını oluşturan şahsiyetli bir varlıktır. Kuran’da iblis-şeytan,
tanrının karşıtı değil, insanın karşıtıdır. Bu manada, Zerdüştlükteki gibi
evrende iyilik ve kötülüğün iki karşıt tanrısı yoktur. Evrenin ve her şeyin tek
bir mutlak iradesi vardır. Yine Hristiyanlığın şeytanı gibi, öteki, başkası,
yabancı olan değildir İslamın şeytanı. Bizatihi insanın içinde, beşer yanında
saklı bir eğilimdir şeytan. Dolayısı ile, kurumsal dinlerin bütün dogmalarına
karşın İslam, ibrahimi geleneği dirilterek, insanı özne haline getirmiş,
hem tanrı ve tanrıların kölesi, ergin olmayan çocukları, çatışma alanı olmaktan
çıkararak hür ve akleden bir şahsiyet olarak tanımlamış, hem de başkasını,
ötekini, yabancıyı şeytanlaştıran, yani diğer insanları bir şekilde
düşmanlaştıran teolojik sapmayı ortadan kaldırarak, zalimlerden ve
nefsinizden başka düşman yoktur demiştir. İslam, zalimlerle savaşa küçük
cihad, nefisle savaşa ise büyük cihad der. Çünkü gerçektende, son
tahlilde her bir insanın kendi içindedir her tür zalimlik…
İslam bağlılarının İslam tarihi boyunca bu öğretiye ne kadar
sadık kaldıkları, Marksistlerin Marks’a ne kadar bağlı olduğu gibi, çetrefilli
bir konudur. Ama şu kesindir; İslamla birlikte, İran-Roma savaşları son bulmuş,
insanı düşkünleştiren ve ezilenleri kaderine razı eden pagan ve animist
teolojiler yenilmiş, Araplar, İranlılar, Hintliler, Türkler, Rumlar, Ermeniler,
Balkan halkları, Asya ve Afrikalılar, İslam sayesinde insan olma muamelesi
görmeye başlamıştır. İnsan şahsiyeti, insanın aziz ve üstün olduğu, cana
kıymanın, yalanın, talanın, tecavüz ve zulmün kerih görüldüğü, en azından bu
insan ahlakının bir ölçü haline geldiği çağlar yaşanmıştır. Evet, binbir türlü
zulümler işlenmiş, zalimler peydah olmuştur. Ama bütün bunlar tarihe ve
Müslüman toplumların hafızasına daima zulüm olarak kaydedilmiştir. Çünkü İslam
bu halklara bir insanlaşma ölçüsü vermiştir.
İslamın bu orta yolu, aydınlık ve karanlığın, iyilik ve
kötülüğün çatışmasını bir üst terkiple aşmanın ve de adaleti, düzen adına
kurulan denge olarak tanımlamanın aşılarak, adaleti eşitlik ve
hürriyet temelinde düzen kuran bir ilkeye dönüştürmenin adıdır. Bu çaba
nerede ve ne adına yapılırsa yapılsın, müslümanca bir çabadır. Dolayısı
ile, insanı beşer yanını yenerek insanlaştıran her tür eylem, düşünce ve
yol, islamın yoludur. Bu nedenle İslam son dindir ve bir şekilde
kurumsallık belasını aşarak, bu özüne uygun bir silkinmeye muhtaçtır. İşte o
zaman, adalet, özgürlük ve iyilik uğruna serdedilen tüm düşünce ve eylemin
sırat-ı müstakim yani İslam demek olduğu gerçeği daha iyi anlaşılacaktır.
Neyse, bu konuyu uzatmamın sebebi, Müslüman görünen bir çok
haydut ve zalimle kendimi aynı din-yol- mensubu görmediğimi, Müslüman
olmayan, başka dinden olan ya da dinsiz olan bir çok adalet ve doğruluk
yolundaki insanla da kendimi aynı din-yola mensup hissettiğimi
vurgulamak içindi. İnsanların ateist olacağına inanmadığımdan, yani her insanın
bir mutlak iradeye inandığına, buna dinlerin tanrı isimleri yerine, doğa,
madde, tarihsel diyalektik vb. başka isimler vererek inandıklarını düşündüğüm
için, tanrıya inanç konusuna girmiyorum. Marks mesela, bana göre iyi bir
mümindi ve İslam tarihindeki Meşşailer gibi, tanrının doğanın kanunlarındaki
tecellisine-doğa ve tarihin yasalarına- inanmaktaydı…
Bu konuların, bu düzeyde ele alınıp tartışılması gerektiğini
düşünüyorum ve bu mevzuyu şimdilik burada kapatıyorum.
Yazınızda ifade ettiğiniz ve belki de ifadelerimin
eksikliğinden dolayı benim yazdıklarımla doğrudan alaka kuramadığım,
kapitalizm, üretim süreçleri, eşitsiz mübadele. vb. konuları teknik detaylar
görüyorum. İktisadi faaliyeti insanın beslenme, barınma ve güvenlik
ihtiyaçlarını temin için zaruri bir yaşam ayrıntısı olarak gördüğüm için, ya da
başka bir ifadeyle ekonomiyi tarihin ve hayatın temel belirleyici altyapısı
olarak görmediğim için, hatta kapitalizm sayesinde dayatılan bu homo ecomomicus
dünyasının yıkılmasının iktisadi faaliyeti giderek insani faaliyetin sıradan
bir detayı düzeyine çekecek bir düşünce ile mümkün olduğuna inandığım için,
kapitalizme alternatif arayışlarını planlı-merkezi ekonomi gibi bir teknik
detayda değil, daha epistemolojik ve ontolojik bir düzeyde aradığımı ifade
etmeliyim.
Açıkçası, kapitalizmin artık tamamen tekelci bir
tahakküm sistemine dönüşmesi nedeniyle ve pornografi endüstrisinden genetik
çalışmalara, bilişim teknolojisinden medyaya kadar insanı kullaştırmanın yeni
biçimlerini üreterek insanlığa saldırmasından hareketle, kapitalizme sol
eleştirinin de artık yetersiz kaldığı kanaatindeyim. En önemlisi ise şu; bugün
kapitalist piyasa ile tekel düzeni, egemen sınıfların baskı aracı olan devletle
tekelci şirketler, işçi-işveren ortak çıkarları ile sistem
dışı insan yığınları, egemenlerin kullandığı din’le dinselliğin bizatihi
kendisi, kapitalist ulusal pazarlarla küresel Piyasa ve ulusal
değerlerle küreselci değerler, artık karşı karşıya. Yani kafa konforumuzu
bir hayli bozan ve kalıp formüllerimizi alt üst eden bir çok yeni denge,
çelişki, çatışma ve terkiple karşı karşıyayız. Bu nedenle o eski sol dilin ve
kalıpların açıklamakta zorlandığı bu yeni dünyayı algılayıp çözümleyecek yeni
tartışmalara girişmek zorundayız. Bu bağlamda, piyasa, verimlilik, ticaret vb.
olguları adalet, dayanışma, paylaşma vb. kavramlarla birlikte düşünmeye
çağrımıza, sizin ifadelerinizle, internetin “Open Source Code
(Açık Kaynak Kodu) denilen yazılım algoritmasının kapitalist endüstrinin
gereksinimlerinden bağımsız olarak bir kez kurulan ve ardından bu algoritma
ile çalışabilecek eklentileri serbest bir şekilde temel omurgaya bağlayıp tüm
insanlığın hizmetine sunulmasına” gösterdiğiniz türden bir bakışı beklemek
hakkımız olsa gerek…
Bu arada, Mezopotamya Akdeniz üretim biçimleri ya da Ahilik
örneğini de, Marksın kafasını biraz Avrupa merkezcilikten dışarı çıkarması
gerektiğine dair eleştirim bağlamında vermiştim. Daha gerçekçi ve uygulanabilir
modeller kurgularken, insanlığın kadim tarihine başvurmaması Marks için büyük
bir eksiklik bence. Arkeolojik verilerin o tarihte az olması ise mazeret değil,
zira Doğu’yu biraz tanıma gayreti içine girseydi, doğuda arkeolojinin din
dilinin içinde saklı olduğunu, doğu düşüncesini çözerek doğu tarihine dair her
tür bilgiye ulaşabileceğini, dolayısı ile maddi arkeolojik verilere çokta gerek
olmadığını görürdü... Eğer Ahiliği inceleme imkanı olsaydı, mesela ticaretin,
rekabet denilen yamyamlıkla yapılmayabileceğini, kârın ve Pazar’ın farklı bir
sistematik içinde farklı manalara gelebileceğini, esnaflık ve zanaatkarlık
yoluyla insanın çalışarak insanlaşmasını sağlayan meslek ahlakının bambaşka bir
yaşam tarzı, şehirlilik ve mimari yaratabileceğini düşünebilir, Proudhon’un
uyarılarını ciddiye alabilir, kapitalizmi değişmez ve şaşmaz fizik yasaları
olan bir kesinlik içinde değil, bir belirlenimler süreci olarak analiz
edebilirdi.
Eleştirilerinizden bir nokta daha dikkatimi
çekti..ezilenlerin elindeki zincirleri sayarken, ulus devleti de
eklemiştim.Bunu haklı olarak eleştiriyorsunuz. Burayı izah etmem lazım.
Şöyle demiştim: “Acaba bay Marks, ‘burjuva ideolojisi’
dediğin ekonomi-politiğin eleştirisine dair tüm paradigman, bizatihi
kapitalizmi de doğuran dünya ve insan görüşünün sonucu olduğu için mi bu kadar
kolayca kapitalizme malzeme olabildi? “. “Neye karşı? Ulus devletlere, ‘Milli’
olan her şeye, geleneğe, inançlara, hatta başka ve alternatif yaşam düşlerinin
tümüne karşı. Yani bugün için ezilenlerin elindeki tüm ‘zincirlere’ karşı..”
Burada, Marks’ın din konusunda, ezilenler için acılarını
dindirecek tek afyon-ilaç-demesinden mülhem, bugün küresel sermayeye karşı
insan topluluklarını iyi kötü koruyacak birer çadır olarak ulus devletleri de
sayabiliriz, demek istemiştim. Yani modern kapitalizmin doğuşuyla birlikte
tarımsal imparatorlukları parçalayarak burjuvazinin palazlanmasını sağlayan bu
siyasal birimler, bugün küresel sermayenin küresel programına engel olduğu için
tasfiye edilmek isteniyor. Bu bağlamda, ulus devletler, en azından toplumların
küresel dayatmalara direneceği reel barajlar olarak da değerlendirilebilir. Bu
yorum, ulus devleti kategorik olarak savunmakla aynı şey değildir. Ulus
devletlerin, milli değerlerin, inançların ve alternatif yaşam düşlerinin hepsi bugün
küresel programa karşı direnmenin eldeki savunma zırhları durumunda..Sizin
bildiğiniz başka savunma zırhları varsa buyurun ekleyin. Ama ulus devletler bir
savunma zırhı değildir diyorsanız, o zaman küreselcilerin neden ulus devlet
düşmanlığı yaptıklarını, küresel programın yüz yıl önce dayattığı ulus
devletleri şimdi neden yıkmaya kalktığını da izah etmeniz gerekir. Bana göre,
kendilerine engel olarak görüyorlar ve küresel dizaynı, zayıflatılmış ve
yalnızlaştırılmış savunmasız milyarlarca bireyden oluşan bir dünya yaratarak
onların efendileri olacakları bir düzenekle yapmak istiyorlar. Evrensel
insanlık birikimine karşı küresel tekelciliğin değerlerini dayatıyorlar. Bu
süreçte onların düşman gördüğü her şey, tabii ki bizim savunma silahımız
olarak değerlendirilebilir. Ulus devlet modelinin kendisi değil, hemen elimizin
altında var olan bu politik kurguların küresel programa mani olan varlıkları ve
işlevleri, ezilen halkların elindeki silahlardan biri olabilir demek istiyorum.
Doğal olarak, zincirin ezilenlere çok yakıştığını söylemiş olamam…
Ama şunu da eklemeliyim, iktisat konusunda söylediğim gibi,
devlet ve de ulus devlet konusunda da, batılı paradigmayla düşünmüyorum.
Devlet, insanoğlunun yurtlanma çabasının ürünüdür ve aşiret, klan, boy, kabile
vb. sosyalleşme yöntemlerinin bir üst hali olan cemiyetin yönetim erkidir.
Yönetim tarzı, egemenlik alanı, kurumsallık biçimi sadece bir teknik
ayrıntıdır. Önemli olan bir topluluğun belirli ortak paydalar eşliğinde ortak
yaşama iradesi ve bir otoriteye tabiiyetle güvenlik ve düzenini sağlamasıdır.
Bu manada aslolan bu insani-toplumsal ihtiyacın teknik detayları değil, adalet,
hürriyet ve emniyeti tesis edip etmediğidir. O yüzden, tıpkı iktisadi
ihtiyaçlarını en adil ve paylaşımcı bir şekilde gidermek için piyasa düzeni,
planlama ya da karma ekonomi modelleri uygulamasının bir teknik sorun
olması gibi, yönetim meselesi de, ister imparatorluk, ister ulus devlet, ister
krallık ister demokrasi olsun, birer detaydır. Aslolan adaleti ve insanın
insanlaşma koşullarını, imkanlarını temin etmektir. Batılı paradigma, daha
doğrusu burjuvazi, Katolik kilisesinin ve krallarının tahakkümünü kırabilmek
için, cumhuriyet, demokrasi, ulus devlet gibi modelleri abartmış, birer kesin
ve mutlak amaç haline getirmiştir. Bugün, insanlar adaletten çok demokrasiye
vurgu yapıyorsa, birlik ve kardeşliğin yolu olarak birleştirici ve kardeş
kılıcı değerlerden çok devletin uluscu ve üniter yapısına vurgu yapıyorsa, bu
yanlış bilincin sonucudur. Bu bağlamda, devleti, tüccar-asker-aydın(din adamı)
sınıflara karşı yani elinde diğer insanlardan daha fazla bilgi, para ve silah
olanlara karşı sıradan yığınların tek rasyonel silahı-gücü olarak gördüğüm
için, önemli olanın devletin teknik biçimi değil, bu halkçı işlevi olduğunu
düşünmekteyim. Bu işlevini yerine getirmeyene de devlet demediğimi eklemeliyim.
Bir de, şöyle bir eleştiriniz var;
“Yazar, global piyasa ekonomisinin dokunulmaz
kavramları olan “sermaye”, “piyasa”, “verimlilik”, “üretkenlik”den
hayıflanarak, bunların, İslami buyruğun ticareti (ve dolayısıyla
sınırlandırılmış biçimde de olsa piyasa ekonomisini) meşru gören prizmasında
törpüleyebilecek “adalet”, “paylaşma”, “emek”, “dayanışma” ile kombine bir
şekilde insanlığı geliştirebileceğini iddia ediyor, bunların birbirileriyle
nasıl uzlaşmaz kavramlar olduğunu ve ayrıca, varlık nedenlerinin, bizzat
toplumsal yaşamı (komün değerlerini) parçalamaya yarayan, piyasa
ekonomisinin en güçlü unsurları olduğunu yazara nasıl anlatmalı acaba?”
Bana bunları anlatmanız maalesef mümkün değil. Çünkü zihinsel
formatınız, tıpkı liberaller gibi, bu kavramları gerçekte olduklarından çok
daha önemli, fazla, belirleyici ve de fetiş/tabu kavramlar olarak kodlamış bir
kere…sayın Çölkesen, her gün tvlerde modern bir animist gibi eşyaya canlılık
atfedip, borsa düştü, borsa şöyle tepki verdi, dolar indi, ytl değer kazandı
diye haberler duyuyoruz. Verimlilik, piyasa, sermaye, üretkenlik,…Bunlar,
domates, salatalık, ekmek, türünden, birer sıradan kavram aslında. Az zamanda
çok iş yaparsanız üretkensinizdir, ürettiklerinizi alıcıya uygun araç ve
yollarla sunarsanız piyasada daha verimli iş yaparsınız ve sermayeniz
çoğalır..Hepsi bu..Liberter olsaydınız, yani bizatihi, para, iş, kar, ekonomik
faaliyet vb. kavramların tümüne kökten karşı çıksaydınız, bunları söylemezdim.
Ama yazdıklarınızdan, merkezi planlı ekonomiyi savunduğunuzu anladığım için, bu
kavramların ifade ettiği işleyiş tarzının, adalet, paylaşma, emek, dayanışma
gibi yine son derece basit ve insani değerlerle birlikte kullandım..Galiba
sorun şu; Bu sıradan insani faaliyetleri, bütün tarihin bütün insanlığın
kaderini belirleyen total yapısal ve yasaları olan bir sistem olarak
görüyorsunuz. Sizin kurgunuzda, sistemin ana sütunlarını oluşturan bu
kavramlar, benim zihnimde son derece sıradan ve de sadece kelime manasından ve
hayattaki karşılığından ibaret. Bu nedenle, meseleyi başka düzeylerde
halletmemiz ve ondan sonra bu pratik düzeye gelmemiz gerekiyor.
Diyorsunuz ki, “Size ait olmadığından serbest atışla
eleştirdiğiniz doktrinin ortaya koyabildikleri bir yana, sizin tarihinizde
neler var acaba ıskaladığımız ? Siz, çileli bir yaşam pahasına zahmet
verdiğiniz, uğrunda milyonlarca inananla bilmem kaç kuşakla bedelini
ödediğiniz, somut, bilimsel, uygulanabilir, yanlışlanabilir, geliştirilebilir
hangi reçeteyi önüne koydunuz insanlığın ? Bilmiyorsam cehaletime verin
lütfen...”
Bay çölkesen, kızmanıza gerek yok. Sizin zahmet, bedel,
reçete dediğiniz şeyi ben insan-beşer kavgasının bir merhalesi olarak gördüm
hep. Bu manada ben, bütün insanlığın tarih boyunca verdiği her tür adalet ve
hürriyet kavgasını kendi kavgam olarak görmekteyim. Ama kusura bakmayın,
kastettiğiniz eğer sadece sizin zihinsel kurgunuzda yer alan ve “noksan
sıfatlardan münezzeh kılınmış” sol-sosyalist mücadele tarihi türünden bir
şeyse, benim bu tür bir “yüce” mücadele tarihim, modellerim ve reçetelerim yok,
hiçbir zamanda olmayacak. Çünkü, o reçeteleriniz uğruna verdiğiniz savaş ve
ödediğiniz bedel, bizi insanlaştıracak bir kavganın değil, insanlığımızdan
soyundurup kapitalizme yem olduracak bir kültürel dejenerasyonun,
batılılaşmanın, gelenekten kopuşun, toplumlarımızın aşağılanmasının,
insanlarımızın birbirine düşman edilmesinin de nedenlerinden biriydi…Ben
peşinen, iyilik uğruna yapılan her mücadeleyi ve her iyi insanı seviyorum. Buna
Marksta dahil, Che Guevara da, Mehmet Akif’te, Enver Paşa da, Kuşçubaşı
Eşref’te, Dudayev’de, Malcolm X’te dahil... Ama bu, cehennemin yolu iyi
niyet taşlarıyla döşelidir sözünü kulak ardı etmeme neden olmuyor. Bana
göre Sol-sosyalist hareket(ler), son tahlilde insan çoğunluğunu tarihten
koparıp yerine yeni bir şey koyamadan deforme ederek ortada bıraktı. İşte size
eski Sovyet cumhuriyetleri, işte size Çin..Bunları hemen revizyonist, kaba
ekonomist, vb. sol içi savunma diliyle içerden eleştirmeyin. Sizin yerinizde
olsam, savunmaya geçmek yerine, solun doğasından başlardım sorgulamaya..
Aydınlanmacılıktan, masonik-heretik kurtuluş teolojisinden, Darvinci
materyalizmden, Hegelyen-Aryan Zerdüşt diyalektikten ve daha özelde ise Türk
solunun Kürt, alevi ve kozmopolit vatandaşlarımızı geri kalan çoğunluğa
yabancılaştırıcı, batı telkin ve operasyonlarına açık hale getirici işlevinden
başlardım…Aynı işlevi, Suriye’de Nusayriler, Mısırda Kıptiler, Kuzey Afrika’da
Berberiler, İran’da Azeriler, Hindistan’da Aryaniler, Latin Amerika’da melezler
üzerinde gerçekleştirmesinin jeopolitik ve jeokültürel nedenleri
üzerinde düşünürdüm…Tabii ki, idealleri uğruna savaşan ve ölenlere, ‘niyazi
oldunuz’ diye bakmak, saygısızlık etmek bana yakışmaz. Ama onların anısına en
iyi saygı duyma tutumunun, yüceltmeler yapmak, dinselleştirmek ve tabular
örmekle değil, bir daha çocuklarımızı bize ait olmayan sahte kavgalara kurban
vermeyecek şekilde doktrine etmekle mümkün olduğu kanaatindeyim..
Gerçek kavga, insanın kendi içindeki –nefsindeki-beşeri
arzularla yürütülenidir. Sokak kavgaları, ekmek kavgası, daha çok kazanma
kavgası, iktidar kavgası, sağ-sol, laik-İslamcı, Kürt-Türk, ABD-Rusya,
Filistin-israil, Müşerref-Butto, Taliban-NATO, kavgaları, bütün etnik ve dinsel
kavgalar, bütün mal-mülk-iktidar kavgaları, hatta trafikteki küçük kavgalar
dahi, hepsi, insanın o kadim iç savaşının dışavurumundan başka bir şey
değildir. Nefs, beşerdir ve insan beşer yanını yenene denir. Bu dışa vuran
kavgaların içinde insanlaşmaya yarayacak olan her pozisyonda yer alanlar, bizdendir.
İnsanlıktan çıkanlar ve çıkaranlar ise düşmanımızdır.
Tabii ki insanın bu iç savaşı, zer-zor ve tezvirin
(Altın-İktidar ve sahte bilincin) tahakkümüne karşı savaşmakla, ve insanın
doğa, tarih ve toplumun tahakkümüne itirazı ile mümkündür. İşte bizler,
seçtiğimiz yollar sayesinde bu soylu kavganın neferleri olma çabasındayız. Bu
savaşta yer almak için bizim sokağa çıkmamızı beklemenize gerek yok, eğer insan
olma şuurunu ciddiye alıyorsanız, zaten siz ve biz, aynı saftayız, hepimiziz
ve zaten dünyanın her yerinde, her tür savaşın tam ortasında, şu veya bu
isimle, nefer ya da komutan olarak, işçi, esnaf, memur ya da anne-baba-eş,
çocuk olarak, hayatın içinde savaşıp duruyoruz. zafer peşinde değil, sefer
içindeyiz.
Davamızın özü, Eşref-i Mahlukat olabilme davasıdır.
Sanıyorum, sen ve ben, aynı davanın yoldaşıyız. O halde diğer teferruatlarda
kolay anlaşırız. Zaten, insan için, var olan bir çok şey aldatıcı bir
teferruattan ibarettir…Fikir, işte bu detayları eleyip, özü bulma çabasından
başka bir şey değildir.
Ben Marks’a mektup vesilesiyle bu öz’e, insanlaşma özüne
vurgu yapıp, bu özü arayan modern bir praksis felsefesinin doğuş amacına
yabancılaştırılıp tutucu bir mezhebe dönüştürülmesinin asıl davamıza büyük
zarar verdiğini anlatmak istemiştim. Derdim ve kaygılarım, hala aynı…
Selamla…
0 yorum :: Mustafa Çölkesen'e cevap
Yorum Gönder