Orhan Gökdemir
Batıya
doğru gittikçe Doğunun renkleri solar.
Haliyle yeterince Batıdan baktığımızda, yekvücut bir doğu görürüz.
Tartışmamızın bir kısmı herhalde bu görüşle veya bakışla ilgili.
Henüz
“Batı nedir” sorusuna doyurucu bir yanıt verilemediğinden, Doğu’nun ne olduğunu
da bilemiyoruz. Ancak önkabüllerimiz var; medeni olan, modern olan, teknolojik
olarak gelişmiş olan Batılı kabul ediliyor.
İstisnaları
ya da sapmaları var elbette. Örneğin Japonya, bir sapma olarak ortaya çıkıyor; Batı
sayılmak için bütün kriterlere uyuyor olmasına karşın, kültürü ile yine de
Batı’dan ayrılmaktadır.
“Medeniyet,
bilim vs. ancak Kuzey’de, Avrupa’nın serin ikliminde gelişir ve beyaz adamın
işidir” diyen, Doğu’nun havasının Doğuluyu tembel yaptığını söyleyen Irkçı
Avrupalılar moda değil artık. Onlar işlerini gördü ve sahneden çekildi.
Yeterince tahkim edilmiş Avrupa ideolojisinin ise bundan böyle ırkçı
referanslara ihtiyacı yoktur.
1800’lü
yıllarda Mısır’in izleri silinip, yerine Yunanistan gecekondusu dikildiğinde
süreç çoktan tamamlanmıştı. Artık bilim de, felsefe de, Batı da oradan
başlatılıyor. Referansları Mısır olan aydınlanmışların defteri Hıristiyanlıkla
dürüldü. Yunanistandan önce gelmiş olanlar ve ondan sonra ortaya çıkanların
hiçbir hükmü yoktur bundan böyle. Bütün entellektüel mirasımızı sadece ama
sadece Yunanistan’a borçluyuz.
Antik
Yunanistan’dan başlayan ve bugünkü Avrupa fikriyatını oluşturmak üzere hep
ilerleyen bir düşünce tarihimiz var şimdi ve biz bunu sadece Avrupa
ideolojisine değil, Navarin Savaşı’na da borçluyuz. Evet, yanlış okumadınız
Navarin Savaşı’ndan söz ediyorum!
İlk
“Dünya Savaşı”dır Navarin. Bir tarafta İngiltere-Fransa-Rusya’nın oluşturduğu
birleşik Avrupa ordusu, diğer tarafta Osmanlı-Mısır ordusu vardır. Birleşik
Avrupa donanması, Mısır’ın yükselişini durdurmak ve Antik Yunanistan’ın
torunlarını “barbar Türkler”in elinden kurtarmak için Osmanlı-Mısır donanmasını
Navarin’de denize gömdü. Bundan birkaç yıl sonra, birleşik Avrupa’nın
inisiyatifiyle Yunanistan Krallığı kuruldu. Mehmet Ali’nin ayağa kaldırdığı
Mısır için ise yeniden gerileme döneminin kapısı aralanmıştı. Böylece
Batılılarca Mısır bastırıldı ve Yunanistan ihya edildi. Navarin Savaşı ile
Doğu, Doğu olmuştur diyebiliriz.
Halbuki,
Mehmet Ali’nin Mısır’ı bu tabloda yeni bir istisna olmaya adaydı. Mısır,
1830’dan önce tekstil üretiminde İngiltere’den sonra ikinci sırada geliyordu ve
sadece bu sektörde 70 bin işçi istihdam edilmekteydi. Büyük tersaneler
kurulmuştu, “köylü milletin efendisi” ilan edilmiş ve ilkez fellahlar Mısır
ordusuna alınmıştı. Memlüklülerin toprakları kamulaştırılmış, köylüye
dağıtılmıştı. Ordu reforme edilmişti, donanma ayağa kaldırılmıştı. Hepsinden
önemlisi Mehmet Ali, bir doğu birliği kurmak üzere önemli adımlar atıyordu.
Hepsi, birleşik Avrupa donanmasının baskısıyla durduruldu, İngiliz
emperyalizminin marifetiyle yok edildi. Öyleyse, Doğu, bir savaşla, adı Navarin
olan bir dünya savaşıyla kurulmuştur diyebiliriz. Savaş olmasa ve Mısır ordusu
yenilmese, hiçkimse Mısır’ın Doğu olduğunu iddia edemeyecektir anlamında
söylüyorum bunu.
Sadece
tekstilde 70 bin işçi, Batı’nın Doğu tanımında büyük bir gedik açmak
yeterlidir; proletarya Doğu’da proletaryadır.
Oysa
bizim sosyal teorimiz, Doğu’da özel mülkiyet ve işçi sınıfı görememektedir.
Bunların yerine Asya tipi üretim ve hidrolik toplum teşhis edilebilmektedir.
Batıya göre Doğu, Doğu despotizminin düzlediği bir alanda sınıfsız, imtiyazsız
kaynaşmış bir kütledir.
Marx,
“Doğu Sorunu”nda bütün Osmanlı’yı “Boğazdaki Despot” tanımlamasının içine sıkıştırmaktadır ve
Batının bu despotu ortadan kaldırmasının hayırlı bir iş olduğunu söylemektedir.
Öte yandan Hindistan’ın sömürgüleştirilmesini de alkışlamaktadır; İngilizler
Hindistan’daki feodal ilişkileri kaldırıp atacak ve Hindistan’ı
“uygar”laştıracaktır. Halbuki, İngilizlerden önce Hindistan’ı işgal eden
Türko-moğollar aynı metin içinde aşağılanmaktadır. Türko-moğollar “uygarlıkça”
Hintlilerden daha “aşağıda” olduğu için kötü bir iş yapmışlardır, halbuki
İngilizler uygarlıkça Hindistan’dan üstündür ve bu da yaptıkları işi iyi
kılmaktadır.
Peki
nereden çıkıyor bunlar? Prekapitalist toplumlar açısından Doğudaki devletler
Weber’in deyişiyle “ideal tip”lerdir aslında. Doğu’da Batı’dan farklı olarak
merkezi devletlerin hükmü sürmektedir ve yerel güçlerin bağımsız varlıkları
yoktur. Halbuki Batıda yerel güçler vardır ve birlik henüz kurulamamıştır.
Kapitalizme yürümek üzere feodal hücrelerin yıkılması ve siyasi birliğin tahkim
edilmesi beklenecektir. Ulusal pazarlar ancak bu gelişmeden sonra ortaya
çıkabilecektir çünkü.
Özeti,
Batı eksiklidir henüz. Bu durumda Batı, Doğu’ya göre “azgelişmiş” olmaktadır
demek ki. Oryantal despotizm tanımlaması, işte teoride sıkıntı yaratan bu
durumu karşılamakta, olguların ortaya çıkardığı tutarsızlığı örtmektedir. Doğu,
oryantal despotizmle sosyal teorinin dışına itilmiştir, geri ve ilkel olan ise
“ideal tip” ilan edilmiştir. Dikkat edin sosyal teorimizde bir “Asya Tipi
Üretim Tarzı” var ve fakat “Avrupa Tipi Üretim Tarzı” bulunmamaktadır. Batı ana
damardır, herşey o ana damara göre tanımlanmaktadır.
Demek
ki 1800’lü yılların “Doğu”su Osmanlı ve Mısır’dır. Ve Doğu, Batı
“ilerlediği” ve Navarin’de Osmanlı ve
Mısır donanmasına çarptığı için Doğu tanımına sıkıştırılabilmektedir.
Neden
böyle oldu peki? Doğunun gerilemesine ve
Batının ilerlemesine yol açan nedir?Tek bir neden var arkasında; kazanma, kar elde etme hırsıdır bu. Çok
trajik örnekleri var, Çinliler, Batı’dan
çok önce demir dökmeyi de, barutu da biliyorlardı. Ancak demir dökerek çocuklar
için oyuncak, barutla da havai fişekler yaptılar. Barutu bir demir çubuğun
içine doldurup düşman avlamak bir Çinlinin anlayabileceği, kabul edebileceği
birşey değildi. Vahşi kapitalizmin ittiği İngilizler bunları Çinlilerden
öğrenince büyük toplar yaptılar ve Çin donanmasına saldırdılar. Çinliler
kaçınılmaz olarak yenildi ve medeniyetin beşiği Çin, İngiliz vahşi
kapitalizminin hızla tahrip ettiği bir sahne haline getirildi. Bütün bunlar
olurkan, İngilizler Çinliler için sadece aç gözlü barbarlardılar.
Japonlar ise tüfeğin ülkeye girmesini yasaklayarak,
mertliğe uymayan bu icata karşı uzun süre direndiler. Samuray ahlakı bu alete
karşıydı ama sonra tüfek ahlakı yendi.
Bizde de sözdür, tüfek icat olunca mertlik bozulur...
Mertliği
boza boza ilerlediler. Bir kapitalist
ahlaksızlık hüküm sürmeye başladı dünyanın dört bir yanında. Ve Doğu hala bu
yeni ahlağa ayak uydurmaya çalışmaktadır.
Ancak
direniş, Batıda da olmuştur. Pekçok anekdottan biri şu; naylon iplik icat
edilip, ucuz giysiler üretilmeye başlandığında Avrupalı tüccarlar bu ucuz ve
kalitesiz malları satmayı reddetmiş, bunu satmayı ahlaksızca bulmuştur. Bu direnişi yıkanlar Yahudi bezirganlar
oldu. Toplumun kıyısında yaşayan bu cemaat, Avrupa’da yerleşik bütün ahlak
kurallarını yıka yıka zenginleştiler. Zenginleştikçe, Marx’ın deyişiyle “Yahudi
yaşam tarzı” için alanı düzlediler. Kapitalizmin
ilkin, İspanya ve Portekiz göçmenlerinin en çok rağbet ettiği, kabul gördüğü
İngiltere ve Hollanda’da ortaya çıkması asla rastlantı değildir. Ahlak varsa,
kapitalizm yoktur ve ahlak ne kadar zayıfsa kapitalizm o kadar gelişmiştir.
Çok
kar etmek için çok satmak, çok satmak için ise ucuza üretmek gerekiyordu.
Sanayi devrimi bunlarla tetiklendi. Alt sınıfların cehennemi de sanayi
devriminin bağrında doğdu. Bütün organik ilişkileri dağıttılar, kentlerde
inorganik bir toplum yarattılar. Sonra kentler kırdan gelenleri almadı, taştı.
Bunun üzerine İngiliz parlamentosu, işbulamayan göçerler için bir düşkünler
yasası (speenhemland) çıkardı. Yasa, kente göçen ve işi olmayan düşkünlere
kilise çatısı altında yatacak yer ve bir öğün yemek sağlıyordu. Sonra ilginç
bir durum ortaya çıktı, bir işi olup günde 15-18 saat çalışanlar, aldıkları
ücretle düşkünler yasasından yararlananlardan daha kötü bir hayat
sürdürebildiklerini gördüler. İşlerini bırakarak düşkünler yasasından yararlanmak
için kilisenin kapısına koştular. Düşkünler o kadar çoğaldı ki, parlamento
yasayı iptal etmek zorunda kaldı. Düşkünlük, Batının hamurundadır. Şimdi bizde
de bol miktarda düşkünler yasası var; valiler cep harçlıklarını, AKP’liler
kömür ve makarnayı böyle dağıtıyorlar.
Düşkünler
yasasının sosyal tarih açısından ne kadar tahripkar olduğu çok sonra anlaşıldı.
İngiltere’de sendikal hareket ancak düşkünler yasasının kalkması ile mümkün
olabilmişti. Sığınacak bir çatısı kalmayanlar birbirine sığındı ve bu birbirine
sığınmaya biz artık sendika diyoruz. İngiliz işçiler, sendikanın ne olduğunu
böyle anlamışlardır.
Bir
örnek daha; bir İngiliz şair, pamuklu dokuma işçilerinin haline çok üzüldü ve
buna son verecek bir çare aramaya koyuldu. Uzun uğraşlar sonunda işçilerin
çalışmasını çok kolaylaştıran bir mekik buldu. Mekik kabul gördü, atölyelere
girdi. Ancak sonuç şairinin beklediği gibi olmadı. Mekik nedeniyle
kapitalistler daha az işçi çalıştırabileceklerini farkettiler ve pek çok işçiyi
kapının önüne koydular. Mekiği bulan İngiliz şair ise oturup işsiz kalan
işçiler için acıklı şiirler yazdı. İngilizler, teknolojinin gücünü de böyle
böyle öğrenmişlerdir.
Bu
sürecin özetini Karl Polonyi yaptı ve bu “inorganik toplumun organik topluma
galebe çalmasıdır” dedi. Polonyi, feodaliteyi, Marksist geleneğe uygun olarak
geri bir sosyo ekonomik düzen sayıyordu. Buna
karşın feodalite organik bir toplumdu, dayanışma vardı ve çalışmayanın aç
kalmasına asla izin verilmezdi. Hasta olana bir tas çorba mutlaka getirilirdi.
Halbuki ileri olan inorganik toplumda “çalışmayan aç kalır yasası”
işlemekteydi. İşte bu şiddet, insanları ücretli çalışmaya zorluyordu. Bu açıdan
kapitalist üretim biçimi, feodaliteden daha geriydi. “Büyük dönüşüm” budur.
Hala “her ilerlemenin görece bir gerileme sayıldığı” çağı yaşamaktayız.
Piyasa toplumunun temelinde, demek ki örtük bir
şiddet var. Batılı insan işte bu şiddetle terbiye edilmiş insandır. Kuyruğa girer, herkesin en az kendisi kadar
akıllı olduğunu bilir, yasalarda boşluklardan yararlanmaya kalkmaz, iş
saatlerine ve kurallarına harfi harfine riayet eder, intizam içinde yürür vs..
Çünkü, toplumun ekonominin gereklerine göre dizayn edildiği bir düzlemde
yaşamaktadır. Üretim alanı kadar, dolaşım alanının da bir fabrika düzeninde
çalıştığı bir düzlemdir burası. Herbiri piyasadaki sonsuz sayıdaki dolaşım
odaklarından biri olmasına karşın, bir “görünmez el”in herşeyi düzenlediğini,
hizaya getirdiğini deneyimleriyle bilmektedir.
Bir
yandan, para sahibi kimliğiyle o dolaşım odaklarından biri olarak “eşit ve
özgür”dür, ne alacağına, ne satacağına, emek gücünü kime kiralayacağına kendisi
karar verir. Öte yandan bu özgürlüğe rağmen, onu gönüllü bir tutsak yapmaya zorlayan bir “görünmez el” vardır, o el
piyasanın elidir. Bir gizli dinin ilk müritleridir onlar. Bir çark işlemektedir ve dişliler hep yerli
yerindedir.
Doğu ise bu gizli dine gönülsüzce ve geç dahil oldu. Örneğin Güney Kuzey Şavaşı çıkıp, içsavaş ateşi
Amerikan pamuk tarlalarını vurunca, pamuk üretmek Çukurova’ya düştü.
Çukurova’da topraksız köylüler ücreti mukabili pamuk toplamayı böyle öğrendi.
Tütün işçileri - üreticileri, tütün rejisi ile tanıştı modern köleliğin
şiddetli yüzüyle. Kapitalizm Doğu’ya nüfuz ediyordu ve ancak bunu yavaşça
yapıyordu. Sanayi devriminin tersine
bizde kırdan kopuş uzun bir süreçtir ve hala tamamlanmamıştır. Kente
gelenler de bir şekilde kırla bağlarını sürdüler ve bu bağ onların sisteme
teslim olmasını hep geciktirdi. Henüz
köylülüğünü koruyan toplumlardan oluşmaktadır Doğu, Polonyi’nin deyişiyle
organiktir hala.
Batı
ile kültürel farkımız budur, kentlileşmemiş olmamızdır sırrı. Bir İngiliz
yoksuluna göre hala sığınma alanları bulabilmektedir Doğu yoksulu. Düşünün,
evinin odalarını kiraya veren kaç komşunuz var? Özetle, “görünmez el” daha çeki
düzen verememiştir bize. Doğu ile Batı arasında değil, Kent ile kır arasındadır
fark. Aksi taktirde Batının neresi olduğunu göstermemiz gerekir.
Nasıl
göstereceğiz peki? Öncelikle belirtilmesi gereken husus, “Batı” kavramındaki
hamlıktır, olgunlaşmış bir kavram değildir Batı. Coğrâfî anlamıyla
karşılıksızdır, Doğu’dan (Asya’dan) ayrı bir Batı kıtası yoktur. Asyanın bir
uzantısıdır o. Kültürel olarak oluşturmuş kendini Batı. Her iki anlamda da
yaklaşık Anadolu’nun batısısıdır Batı. Sınırları da az çok bu koordinatlara
yakın çizilmektedir. Sapmalar var, Kıbrıs (Rum kesimi) AB’ye göre Batıdır
örneğin ama İzmir Doğu’dur. Bir zamanlar
Ortodoks Hıristiyanların bulunduğu coğrafyadan geçerdi Batının sınırları,
Ortodoksluk Doğudur öyleyse. Ancak artık Ortodoks Bulgaristan Batı olmuştur. Yugoslavya
dağılırken ise Ortodoks Sırplar ile Hırvatlar arasından geçirilmişti sınır ve
giderek, müslümanlığa doğru gerilemektedir. Ancak bu da yeni sorunlara yol
açmaktadır; örneğin İsrail Batı sayılmaktadır ama Türkiye’ye Doğunun yolları
gösterilmektedir.
Kültür
ve Medeniyet’in Batısı ise, yine bu coğrafya ile ilintilidir. Hala Avrupa’dır
ilk akla gelen, ancak Kuzey Amerika’da buna dahildir. Yani bu durumda da
sınırlar belirsizliğini korumaktadır. Avrupa için Rusya ve Amerika için Latin
Amerika bu belirsizliği yaratan faktörlerdendir.
Peki
neye göre ayıracağız, tanımlayacağız Batı’yı? Unutmamamak gerekir ki Batı ve Batılılık konusunda bir “ırk problemi”
vardır; beyaz olunmadan, Batılı olunamaz. Beyaz adamın yarattığı bir kavramdır Batı. Bizde de tartışması oldu.
Mustafa Kemal, Türk Tarih Tezi ile Hititlerin, ardından da Mısır ve Sümerlerin
Türk olduğunu iddia etti. Bunlar şimdi Kemalizmin fantastik girişimleri
sayılmaktadır. Bununla birlikte, bu tez
Kemalizmin, Batı Medeniyetinin ırki temelini farkettiğini de göstermektedir.
Kemalist tarih tezi, Hittitleri Türk sayarak, Türklerin
Hitit sayılması için
yol yapmaktadır. O tarihlerde başkaca yol da yoktur.
Batının
bu ırk problemi, bugünkü pek çok tartışmamızın da kaynağıdır. Gelişimini
tamamlamış tek ırk onlardı. Bu kabül Avrupa'nın diğer halklar üzerindeki
üstünlüğünü doğal ve meşru kılıyordu. Vahşiler,
barbarlar, yabanıllar, ilkeller, despotik- geri toplumlar, Avrupalılar
dışındaki herkes gelişimini tamamlamamış çocuk halklardı. Öyleyse bu halkların
elinden tutmak, onlara çeki düzen vermek, uygarlaştırmak, feodal, ilkel
ilişkilerden çıkarmak Avrupa'nın göreviydi. Sömürge seferlerinin ideolojik
cephaneliği işte bunlardır.
Başlangıçta
Türkler, Hintliler, Çinliler, Araplar bu sınıflandırmanın dışındaydı. Avrupa
ilerledikçe onlar da basamakta aşağı doğru itildiler. En alt basamağında artık
alınıp satılan bir mal muamelesi gören Zenciler vardı, en üstte ise Ariler. Bu
ırkçılık, zamanla bilimle de desteklendi, ilkel ve vahşileri keşfe çıkan
antropologlar bilimin en gözdeleri oldu. Sonra bir gün Nazizm başgösterdi
Avrupa’nın orta yerinde, Batılı bilim bunu toplumsal bir çılgınlık saymıştı…
Montesquieu, Hume, Voltair, Hegel, hepsi bu
ırkçılığı alkışlamışlar, hararetle desteklemişlerdi. Bir Zencinin Avrupalı ile
aynı ırktan olduğuna kim inanırdı?
Biliyoruz, bu ırkçılığın temeli, köle ticareti ve sömürgeciliktir. Yalnızca
Afrikalılar değil, Aztekler, İnkalar, Mayalar, Kızılderililer, Aborijinler,
Maoriler ırkçılığın perdelediği bu açgözlülüğün kurbanları oldular. Büyük düşünür Hegel, sömürge orduları
Afrika içlerine doğru ilerlerken "Afrika'nın bir tarihi olmadığını"
ilan etmişti. Afrika sömürgeleştirilerek
"büyük insanlık tarihinin anlatısına dahil edilmiş" olacaktı. Ne
kadar şiirsel değil mi?
Peki
ya din? Şimdilerde bir “hıristiyan kulübü” tanımlaması modaysa da, örneğin
Doğu’daki Hıristiyanlar (Filipinliler, Habeşliler, Güney Afrikalılar) Batılı
sayılmamaktadır. Hıristiyanlık, tanımdaki verilerden biridir sadece, Yunan ve Roma rengi olmadan kabul
görmemektedir.
Bu üçü açısından bizim mirasımız tek kelimeyle
yıkıcıdır. Osmanlılar Doğu Roma’ya
son vermiş, Yunanlıları egemenliği altına almış ve Hıristiyan birliğini
dağıtmıştır. Ortodoks ve Katolik kiliselerinin birleşmesi bir daha mümkün
olmadı. Çünkü Ortodoks kiliselerinin başına atananlar hep Osmanlının
adamlarıydı. Fatih İstanbul’a girince, birliğe karşı olan bir papazı kaçarken
Edirne’de yakalatmış ve getirip Patrik ilan etmişti. Yani özetle “Doğu” olmayı
bileğinin hakkıyla almış bir milletin ahvadıyız biz!
Kaldı
ki, Osmanlı’nın Nova Roma sayıldığını çoktan unuttuk. Sadece, bu mirası almak
ve sürdürmek üzere İstanbul kapılarını zorlayan Fatih Mehmet vesilesiyle
değildi bu halbuki. Osmanlının kurucu babalarının da Bizans’ın paralı askerleri
olduğu iddia edilmektedir..
Böyle
böyle ilerleyen Osmanlının da Batıya kibirle baktığı zamanlar oldu. O zamanlar
Batı kompleks demekti; Osmanlının karşısında hep yenilen, hep geriye çekilen
Batı, henüz Batı değildi.
Bu
gün kullandığımız anlamıyla “Doğu” ve “Batı” kavramları Avrupalı kapitalizmin zafer yürüyüşüne başlamasıyla
belirlendiğinden, burjuva uygarlığına
göre bir koordinat ekseninden tanımlanmışlardır. “Orta Doğu”, “Uzak Doğu”
Avrupaya göre Doğu’dur. Bu ideolojik karakteri unutarak, Doğu ile Batı
arasındaki temel farkı anlayamayız.
Peki
fark nerede? Doğuda büyük devletlerin, tanrı kralların hüküm sürdüğü zamanlarda
Batı küçük birlikler halinde dağılmışlardı. Savaşlar, baskılar, sürgünlerle
şekillendi Doğunun tarihi. İnsanlar oradan oraya savruldu. Dinler, inançlar,
kültürler, diller birbirine karıştı. Toplumlar
dağıldı, insanlar çürüdü ama devlet hep kaldı. İlk toplumsal devrimin, bir
imparatorluk içinde başgöstermesi rastlantı değildir. Doğu hep aldı ve hep az verdi. Sömürgecilik, Doğu’nun meçhulüydü
çünkü.
İşe yaramayacaksa niçin arayalım, devlet karar
verecekse niçin tartışalım, hep vereceksek niçin üretelim?
Evet
burada Cemil Meriç'in yaptığı gibi kendimize bakalım. Yaptığımız işleri net,
dakik, ince bir
elekten geçirmiyoruz. Yaptığımızı kılı kırk yarmadan,
aşağı-yukarı yapıyoruz. Hesap adamı değiliz biz. Günü kurtardık mı işimizi
bitmiş sayıyoruz. Şöyle sürdürüyor Meriç; "Çağdaş Avrupa şatafatlı adlar
takmıştı bencilliğine. Aile, sınıf, millet. İpek eldivenler geçirmişti
pençelerine. Kutsal mefhumların gölgesinde her cinayeti işlemişti. İkiye
bölmüştü ahlakı: bir yamyamlar medeniyetiydi Batı medeniyeti. Kıt'aları yiyerek
semiren bir medeniyet. Ama altın buzağıya tapan sömürücü Avrupa'nın yanında bir
başka Avrupa daha vardı; barışçı Avrupa, düşünen Avrupa. Canavarlar yaratan
Avrupa, canavarları tepeleyen Savaşçıların da vatanıydı. Maddenin karanlık
zindanında mahpustu insan ruhu, onu Batının tekniği kurtaracaktı."
Evet
Hıristiyan ve beyaz ama aynı zamanda yerleşik, kentli, incelmiştir Batılı.
Felsefenin, bilimin, tarihin, sanatın ve uygarlığın, evrensel olanın kaynağıdır
da. Özgürlük, demokrasi ve zenginlik de onundur, sömürgecilik ve faşizm de.
Hegel de odur, Nietzche de. Rönesanstır, Aydınlanmadır, Fransız Devrimidir ama
aynı zamanda engizisyondur, veba’dır, açlıktır ve ahlaksızlıktır Batı.
Fenike’den
ödünç aldığı bir adla dünyayı yönetmeye aday olması işte bundandır.
Osmanlı'nın
kibirle baktığı Batı çoktan değişti. Osmanlının yerinde yeller esiyor artık.
Ama işte Doğu burada… Batının kibrini kırmak ve Doğunun kompleksini yıkmak yine
bizim işimiz.
Işık
Doğudan yükselmeye devam ediyor hala!
0 yorum :: EX ORİENTE LUX !
Yorum Gönder